Ortadoğu’da karşıdevrimin saldırıları şiddetleniyor

Önce, Mart ayının başlarında Suriyeli diktatör Beşar Esad, Doğu Guta’daki sivil mahalleleri kimyasal silahla vurdu. Ardından, 30 Mart tarihinde İsrail, Toprak Günü vesilesiyle düzenlenen Filistinlilerin “Büyük Geri Dönüş Yürüyüşü”ne silahlı saldırıda bulundu. Her iki saldırıda da onlarca erkek, kadın ve çocuk yoksul hayatlarını kaybetti. Katliamlardan sorumlu olan devlet yetkilileri hâlâ makamlarında oturmayı sürdürüyor. Burjuvazinin uluslararası “demokrasi” ve “sivil toplum kuruluşları” ise mücadele halindeki halklara maddi bir yardım ağı örgütlemek yerine, çeşitli uluslararası hukuk bürolarının kapılarında suç duyuruları hazırlamaya çabalamakla göz boyuyor. Ortadoğu ezilenleri belki de tarihlerinde hiç olmadıkları kadar yalnızlar. Dünya solu dahi, mülteci bebeklerin cesetleri sahillere vurmadıkça sürmekte olan soykırım politikalarına dair bir farkındalık yaratma uğraşında değil.

Karşı karşıya olduğumuz gerçek, Ortadoğulu devrimci güçlerin, politikten de öte fiziksel bir tasfiye süreciyle karşı karşıya olduklarıdır. Trump’ın başkent Kudüs kararının ve Esad’ın dünya emperyalizmiyle aslında hiçbir zaman bozulmamış olan bütünlüğünün cephe cephe sürdürdüğü savaş, 2011’deki devrimci dalgaya cüret eden halkları cezalandırma ve sindirme yönünde bir profil çiziyor. Mısır’daki darbeci Sisi yönetiminden, Suudi Arabistan’ın petrol zengini monarşisine; Tunus’un eski rejim artığı hükümetlerinden, Irak’ın sömürge valiliği görevi gören idari teşkilatına dek bölge rejimlerinin – aralarındaki birçok kavgaya rağmen – ortaklaştıkları öncelikli konu, sokağa çıkmaya cüret edecek olan yoksulları toplu kıyımlarla terörize etmek.

Bu durum, Ortadoğulu kapitalistler, monarşistler ve diktatörler arasında yapılmış sözlü bir anlaşma aslında. 2011’de patlak veren devrimci ve radikal dalga, bölge rejimlerini ve bu rejimlerin hayatta kalmasından çıkarı olan egemen sınıfları derin bir tedirginliğe sürükledi. Katliamları gerçekleştirmekte tereddüdü olmayan odaklar, bu tedirginliği bir daha yaşamamanın şartlarını yaratmaya çalışıyor. Tam olarak bu nedenle, Filistinlileri ve Suriyelileri öldürerek iktidarlarını konsolide etmeye çalışanların, birleşik bir karşıdevrim cephesi olarak anlaşılması zorunludur.

Bu noktada Esad’ın kimyasal silah kullanmamış olduğunu veya İsrail’in Toprak Günü’ne saldırırken kendini koruduğunu ileri süren rejim taraftarı dalkavukların, Ortadoğulu emekçi sınıfların karşısında hangi sınıfsal gücün tarafında oldukları aşikâr. Onlar, fosfor bombalarının deforme ettiği bedenlerin veya mermi izleriyle dolu sıska vücutların çamurlara bulanmış görüntülerinin karşısında çeşitli egemen burjuva hükümetlerin dış politika bültenlerine inanmayı tercih ediyor. Halbuki gerçek çok farklı.

Gerçek olan, Ortadoğu’da şiddetli bir sınıflar arası mücadelenin sürmekte olduğudur. Kapitalizmin uluslararası krizi ve emperyalizmin bölgemizdeki egemenlik mücadelesi, bu sınıf savaşımını daha da şiddetlendirmektedir. Gerçeğin kendisi bu olduğu için, bizim şiarımız; halkları katletmenin mazereti olamayacağıdır. Bu mazeretlere ortak olanların ise, bahsi geçen halkları sosyalizm davasına kazanma iddiaları olamaz.

Yorumlar kapalıdır.