Politik bir simge olarak Ayasofya

İktidar tarafında Ayasofya’nın camiye dönüştürülme hamlesi gündemi meşgul ederken, bu meselenin daha önce de defalarca gündem oluşturduğunu hatırlamak gerekir. Bir mimari yapının işlevselliğindeki bir değişimin politik sonuçlar yaratıyor olması bile başlı başına bir inceleme sebebidir.

Ayasofya’ya tarihsel bir perspektiften baktığımızda, yapıldığı ilk günden bugüne kadar politik güç ve siyasal temsiliyet ile ilişkilendirildiği görülür. İçinde kendi boyutlarını aşan bir anlam barındıran devasa bir kültür mirası olarak Ayasofya, dün olduğu gibi bugün de simgesel değerini korumaktadır. İslamın kendisinden daha eski olan bu yapının değerinin anlaşılması için tarihsel süreç içinde biçimlenişini biraz da olsa bilmek gerekiyor.

916 yıl kilise, 478 yıl camii ve 85 yıl müze olarak kullanılan 1483 yaşındaki bu mimari eser kilise olarak inşa edildiği söylense de aslında bir katedraldi. Yani kiliseyi de içinde barındıran bir patrikliğin merkeziydi. Bu yönüyle salt dini bir yapı değil, idari bir organ olarak faaliyet yürütmekteydi.

İstanbul’u imparatorluğun başkenti olarak inşa ettiren birinci Constantinus, devletin Hristiyanlaşmasını kendi iktidarını perçinlemek ve daha mutlakiyetçi bir hale getirmek için kullanmak istiyordu. İstanbul (Konstantinopolis) ise bu amacını gerçekleştirebilecek bir sembol şehirdi. Ona göre birçok tanrı yerine tek bir tanrının temsilcisi olarak tek imparator olmak iktidarının merkezileşmesinin zeminini sağlamaktaydı. İlk Ayasofya bu politik ortamda paganlara karşı kazanılan zaferin bir sembolü olarak inşa edildi. Eski bir pagan tapınağının (Artemis) kalıntıları üzerinde yükselen bu ahşap kilise, soylular arası güç mücadelesinde (mezhepsel çatışmalarda) bilerek yakıldı ve yok oldu. Bundan sonra inşa edilen İkinci Ayasofya da tıpkı ilki gibi bir kiliseden fazlasıydı; yasal bir otorite, politik bir güç ve çok büyük bir mülkiyet ilişki ağının merkezini teşkil etmekteydi. Iustinianus döneminde şehirdeki esnaf ve zanaatkârlar arkalarına yoksulları da alarak saray aristokrasisine karşı sürdürülen mücadeleyi bir isyana dönüştürdüler. Nika ayaklanması olarak bilinen ve 15 gün boyunca şehirde bir iç savaş ortamı yaratan bu isyan sırasında şehrin yarısı yandı. Kagir bir yapı olan ikinci Ayasofya tahrip olarak büyük ölçüde kullanılamaz hale geldi.

Rakip hizipler ve sınıflar arası mücadele tek ve evrensel bir kilise ülküsünü tahrip etmiş olsa da büyük bir isyanı kanla ve katliamla bastıran Iustinianus’a göre iktidarını yeniden daha da güçlü bir biçimde tahkim etmek için ihtiyaç duyduğu simge yeni, merkezi ama daha öncekilere de benzemeyen bir kilise olmalıydı. Ayaklanma bastırıldıktan bir buçuk ay sonra yapımına başlanan bu kilise işte bugünkü Ayasofya’dır. Var oluş sebebini iktidar ilişkileri ve sınıf mücadelesinde bulan bu yapı daha doğduğunda bir kiliseden fazlasıydı.

Sosyolojik anlamı dışında mimari yönüyle de dikkat çeken bir yapı ortaya çıkarılmıştı. Her şeyden önce antik dünyanın (antik Mısır, Yunan ve Roma) bilgi birikimine o dönem için sahip çıkabilen Doğu Roma elindeki tüm imkânları kullandı. Bu kapsamda bir fizikçi ve bir matematikçi önderliğinde klasik bir basilika planının üzerine ikisini payandalarla, diğer ikisini de yarım kubbelerle destekledikleri dört büyük kemeri oturtarak bu kemerlerin üzerine de 32 metre çapında bir kubbe yerleştirmek gibi daha önce hiç denenmemiş bir mimari işe girişildi.

Ortaya çıkan bu eser böylece mimarlık tarihine damga vurarak “dönüştürücü niteliği olan önemli yapılar” arasına girmiş oldu. Öylesine etkili oldu ki 900 yıl boyunca dünyanın en büyük katedrali olarak kaldı. Sadece kilise mimarisini değil islam mimarisini de etkiledi. Osmanlı döneminde yapılan tüm camiler için örnek alınan bir mimari eser oldu. Neredeyse tüm camiler üzerinde yükseldikleri mimari zemini Ayasofya’dan aldı. İstanbul’da mimari olarak aşılabilmesi için ise 1000 yıl sonra Mimar Sinan’ı beklemek gerekti.

Şehrin Osmanlılara geçmesiyle birlikte II. Mehmet de tıpkı kendisinden önceki imparatorlar gibi Ayasofya’yı hem iktidarının bir simgesi hem de şehirdeki mülkiyet ilişkilerinin bir parçası olarak kullandı. Doğu Roma’nın mali ve idari sisteminin üzerinde yükselen bu yeni imparatorluğun Ayasofya’ya bakışı Doğu Roma döneminde nasılsa hemen hemen aynı kaldı. İmparatorluk başkentinde şehrin her türlü ihtiyacını karşılayacak çarşı, han, bedesten, kapan, dükkân gibi yapılar sultanların kurdurduğu vakıflara tabi olup onlara kira bedeli öderlerdi. İstanbul’un imarında da en büyük pay II. Mehmet’in kurdurduğu vakıflara aitti. Ayasofya için oluşturulan evkaf (vakıflar), tıpkı Doğu Roma döneminde olduğu gibi İstanbul’un en önemli vakıfları arasında yer almıştır. O dönem için Kapalıçarşı başta olmak üzere birçok ticari mekânın gelirlerinin (2836 dükkân) Ayasofya vakıfları üzerinden imparatorluk sarayını da besleyen bir rant havuzu oluşturmaktaydı.

Ayasofya’nın tüm tarihi kısa bir yazıda özetlenemez ama onun tarih boyunca salt bir kilise olmadığı açıkça ortada. Bugün de iktidar şehri kendi ideolojik simgeleriyle ama hiçbir mimari değeri olmayan yapılarla donatma peşinde. Topçu kışlasından, Taksim Cami’sine, Çamlıca Cami’sinde, AKM’ye kadar farklı yapıları dönüştürme ya da yeniden kurgulama amacında. Şehre iktidarlarının imzasını atma planı yaparken ucubeler ortaya çıkaran ve İstanbul’a ihanet etmekten öteye geçemeyen iktidar, konsolidasyon umudunu Ayasofya’yı camiye çevirmekte arıyor.

Tarih boyunca mevcut iktidarlar için bir güç simgesi olmuş bu yapıdan insanlığın kültür mirası olarak faydalanabilmesi için yapılacak en işlevsel biçim, onun bir müze olarak kalması olacaktır. Bugün iktidarın popülist içi boş ve hamaset dolu politikasının bir parçası haline gelen Ayasofya’nın, cami olarak kullanılmaya başlanması, yapı ile ilgili tüm bilimsel ve arkeolojik çalışmalara ket vurulması anlamına gelir. Bunun dışında yapının tarihsel seyri hem mekânsal hem de topografik olarak kaybolacaktır. Oysa ki eserde hâlâ birçok şey saklı olarak durmaktadır. Biz, insanlığın kültür mirasının bir parçası olan bu yapının müze olarak sergilenmesinden yana olmalıyız. Ama bugünkü gibi utangaç ve çarpık bir müze olarak değil, müzenin deposunda ortaya çıkarılmayı bekleyen onca şeyle, kapalı olan odalarıyla, yeraltı tünelleriyle ve çevresindeki arkeolojik alanlarıyla kısacası 1483 yıllın tüm birikimiyle sergilenebilen gerçek bir müzeye dönüştürülmelidir. Ancak bu biçimiyle Ayasofya hamaset dolu politik oyunlara alet olmaktan kurtulabilir ve insanlığın önemli tarihi eserleri arasında kendine yer bularak sergilenebilir.

Yararlanılan Kaynaklar

Semavi Eyice, Tarih boyunca İstanbul, Etkileşim Yayınları, 2010.

Chris Harman, Halkların Dünya Tarihi, Yordam Kitap, 2015.

Neil Faulkner, Roma: Kartalların İmparatorluğu, Yordam Kitap, 2015.

Wolfgang Müller-Wiener, İstanbul’un Tarihsel Topografyası, Yapı Kredi Yayınları, 2016.

Hasan Fırat diker, Belgeler ışığında Fossatı’nin Ayasofya’da yok ettiği izler ve Ayasofya’da kullanılan harç üzerine etimolojik ve deneysel bir araştırma, Kültür ve Turizm Bakanlığı, 2010.

Yorumlar kapalıdır.