Ne mecbur ne çaresiziz! Çözüm, birlik ve dayanışmada!

Huzur, güven, istikrar! Bunları isteyen 1 Kasım’da oyunu AKP’ye vermeliydi. İktidarın iddiası buydu! RTE/AKP tabii ki sonucu şansa bırakmadı. Ne demek istediğini 7 Haziran’dan 1 Kasım’a net bir şekilde gösterdi. Ülkeye uyanmak istediği bir kâbus yaşatıldı. Neticede seçme­nin yüzde 49,5’u bu kâbustan kurtul­mak için denileni yaptı. Her iki kişiden biri oyunu AKP’ye verdi. Pekiyi, ne oldu? 1 Kasım ülkeye huzur da, güven de, istikrar da getirmedi. Tersine, olanı da alıp götürdü. Belirsizliği, umutsuzlu­ğu, karamsarlığı daha da artırdı. Sonuç olarak ülkede çok daha karanlık bir dönem, bağıra bağıra hayatın her alanı­na sızmaya devam ediyor.
Yanlış anlaşılmasın. RTE/AKP verdikleri sözü tutamadıkları için ülkece bir kâbus içinde değiliz. Tam tersine yeni Türkiye’nin yeni yönetim şekli sürek­li kaos politikasıdır. 1 Kasım seçim sonucu iktidara bu korku ve umutsuzluk politikasının ne derece işe yaradığını gösterdi. Huzur, güven, istikrar varlığıyla değil yokluğuyla iktidar için vazgeçilmez olduğunu kanıtladı. Aksi halde yüzde 49,5 oy almış bir iktidar, huzur adına yüz binlerce insanın yaşadığı kentlerde günlerce kesintisiz so­kağa çıkma yasakları uygulamazdı. Çoluk-çocuk, yaşlı-hasta insanların yaşam hakkı gasp edilmezdi. Milyonlarca Kürt zıvanadan çıksın diye adeta da­marlarına basılmazdı. Sembol isim Tahir Elçi’nin bir siyasi cinayete kurban gitmesine izin verilmez­di. En sıradan, en masum ifade ve gösteri hakkı üzerinde korkunç bir baskı ve şiddet uygulanmaz­dı. Can Dündar – Erdem Gül gibi muhalefetin sinir uçlarını temsil eden gazeteciler, casusluk gibi gülünç suçlamalarla tutuklanmazdı. Müebbetlik cezalardan bahsedilmezdi.

Bütün bunlar kendini RTE/AKP yanında görmeyen en sıradan insanlar için dahi, “size bu ülkede yaşama hakkı vermeyeceğim” tehdidi ola­rak görülmekte. RTE/AKP izledikleri politikanın politik-toplumsal yansımasının ne olduğunu tabii ki biliyorlar. Biliyor ve buna rağmen “ya biat ya tasfiye” diyorlar. Ne politik bir uzlaşmanın ne de toplumsal bir huzur arayışının içindeler. Toplumsal-politik hassasiyetlerin sürekli kaşınması, bir tarafı öbür tarafa karşı sürekli kışkırtma, içimiz-dışımız düşman dolu korkusunun sürekli pom palanması bu son derece bilinçli gerilim politi­kasının sonuçları. Rus uçağı düşürüp ardından, “sabrımızı test etmeyin”, “yine olsa düşürürüz” denmesinin bir yanı Suriye hesaplarıysa diğer yanı da işte bu iç politik hesaplara dayanıyor.

İktidardakiler siyasete özgürlük, topluma huzur, ekonomiye istikrar, sorunlara çözüm getirmek istemiyorlar. “Ya biat ya tasfiye” diyorlar ve bu çizgiyi her alanda sonuna kadar devam ettire­ceklerini gösteriyorlar. İşçiler, emekçiler, ezilen ve sömürülen tüm halklar ve kesimler olarak bu “ya biat ya tasfiye” politikasına kuşkusuz ne mecburuz ne de çaresiziz. Tek ihtiyacımız müca­delelerimizi birleştirmek. Karanlığı parçalamanın, zincirlerimizi kırmanın yolu birlik ve dayanışma­dan geçiyor.

“Fakiri tahrik etmek!”

RTE/AKP geçmişte insanları kandırmak için ih­tiyaç duyduğu adil-eşit-mütevazı söylemlere artık gerek duymuyor. Eskiden inananlar için bir zeytin dalının yettiğini, komşusu açken tok yatanın Müslüman olmadığını söylerlerdi. Bugün milyar liralık sarayları dahi yetersiz görüyorlar. Artık Batı başkentlerinin en pahalı mağazalarından alışveriş yapan burjuvalar olmaktan sakınmalarına gerek yok.

Patronlara hitap eden RTE şöyle diyor: “biraz az kazanın ve kazandıklarınızı özellikle dar gelirli olan insanlarla paylaşın. Fakiri tahrik etmeyelim ve paylaşımcı anlayışı hayatı­mıza egemen kılalım.” Du­yan samimi sanar. Sanki 300 liralık asgari ücret farkı için utanç verici bir at pazarlığı yapan, sızlanan, sözüm ona Türkiye’nin en büyük işveren örgütleri değil. Buna karşılık patronlara, “merak etmeyin farkı devlet karşılar, sizi üz­meyiz” diyen de iktidar değil. RTE’nin ücret düşüklüğünden bahseden işçilere, “asgari ücre­tin yarısına çalışacak milyonlar var” dediği unutulmadı.

Patronlar ve iktidar daima işçilerin, emekçilerin bu zayıflığından yararlandı­lar. Eski Çalışma Bakanı Faruk Çelik’e göre asgari ücret bir geçim ücreti değil, bir sosyal koruma ücreti. Oysa kendi bakanlığının verilerine göre ça­lışan nüfusun yüzde 40’ı asgari ücret alıyor. Yani çalıştığı halde milyonlarca işçi-emekçi gerçek bir “geçim ücretine” yani insanca yaşayacak bir ücrete sahip değil. Karın tokluğuna çalışmak zorunda. İşte 13 yılda ülkeyi bu noktaya getirdiler..

Diğer yandan 13 yıllık AKP hükümetleri döneminde milyarder sayısı beş kattan fazla arttı. Dolar milyarderi sayısında Türkiye dünyada 9. sırada. Ama hâlâ asgari ücrete yapılacak 300 lira için utanç verici bir pazarlık yapmaktalar. Bir yanda dünyanın en büyük 20 ekonomisinden biri olmakla övünmek, diğer yanda 1300 lira asgari ücret vermekten aciz bir ülke olmak; işte bütün mesele Müslümanlık sosuna bulanmış bu acıma­sız kapitalist sömürü! İşçiler, emekçiler hakkını almak istiyor, yardım ya da sadaka değil. Asgari ücret koruma değil, insani geçim ücreti olmalı ve 4530 lira olan yoksulluk sınırı temel alınarak dört kişilik bir ailede iki kişinin çalışabileceği hesabıyla net 2265 lira olarak belirlenmelidir.

İşçi Demokrasisi Partisi, 29 Kasım 2015

Yorumlar kapalıdır.