Türkiye uzun zamandır çoklu krizlerle boğuşuyor. İktisadi ve politik kriz sarmalı, toplumsal bir kriz halini almış durumda. İşçilerin ve emekçilerin en derinden hissettiği tüm bu sorunlar yumağı karşısında iktidar, Türkiye’nin acil sorunlarını çözme kabiliyetini ve isteğini çoktan yitirmiş durumda. Öyle ki sorunlar karşısında aldığı her karar ve attığı her adım kendi meşruiyetini aşındırdığı gibi krizi daha da harlıyor.
Seçim ekonomisi sonrası hızla uygulanan Şimşek programı, en yoksul yüzde 80’lik dilimi daha da yoksullaştırdı. Emeklilerin insanca yaşayacakları geliri ellerinden aldı ve kamusal emekliliği anlamsızlaştırdı. Seçim öncesi yılda iki defa yapılan asgari ücret zammı terk edilerek yılın başlarında açlık sınırına eşitlenen tek zamla yetinildi. Tüm bu bilinçli yoksullaştırma politikası, “enflasyonu dizginliyoruz” kılıfıyla işçilere dayatıldı. Bu sürede en zengin yüzde 20 ise daha fazla zenginleşti, tüketimini artırdı ve kârlılığında rekorlar kırdı.
Tüm bu saldırı politikasını dünya kapitalizminin içinde bulunduğu krizden ayrı düşünemeyiz. Ne sıcak para ne de doğrudan yatırım çekebilen Şimşek politikası iktidarın toplumsal rıza üretmesini gittikçe zorlaştırdı. Güçlenen ve toplumsal desteği artan muhalefet karşısında rıza üretemeyen rejim kendi iç cephesini tahkim etmek için sopaya sarıldı. İç politikada muhalefeti terörize eden ve muhalif olmayı kriminalize bir durum haline getiren rejim, aşırı sağın güçlendiği ABD’de ve Avrupa’da değişen konjonktürün de verdiği güvenle ardı ardına giriştiği tutuklama dalgasıyla siyasal demokrasiyi ayaklar altına aldı. Bunun yarattığı ekonomik maliyet de cabası… Altı ayda bir ÖTV zammını atlamayan iktidar, temmuzda asgari ücrete zam kararı almayarak sermayenin köhnemiş planını uygulamaya devam ettiğini bir kere daha gösterdi.
Dış politikanın iç politikanın devamı olduğu; hatta iç politikanın da dış politikanın devamı olduğu söylenebilir. İkisi birbirini karşılıklı olarak etkiler ve yer yer inşa eder. İç cepheyi tahkim şiarıyla bugüne kadar sağlayamadığı meşruiyeti zor araçlarıyla kurmaya çalışan rejim, Kürt siyasal hareketi ve ekonomik sıkıntılar gibi yumuşak karnını oluşturan ve çözmeye muktedir olamadığı sorunlar karşısında dış politikada çeşitli manevra yapabileceği alanlar aramakta. Akdeniz’de, Ortadoğu’da ve Ukrayna’daki politik ve askeri gerilimler karşısında ABD emperyalizmin çıkarları ile uyumlu politika yapmaya, onunla çelişmemeye ve Trump’ı kızdırmamaya özenle dikkat eden iktidar, iç cephede kuramadığı tahkimatı, dış politikada almayı denediği emperyalist destekle güçlendirmeye çalışıyor.
Ukrayna-Rusya ve İran-İsrail arasında arabuluculuk hamleleriyle somut bir başarı elde edemese de, NATO içinde daha önemli bir konuma gelmekten ve Ortadoğu’da NATO’nun bayraktarlığını yapmaktan asla vazgeçmediğini her fırsatta gösteren rejimin ihtiyaç duyduğu bu destek, içeride dizginleyemediği toplumsal muhalefet karşısında kendisini çok daha fazla hissettiriyor. Dolayısıyla içeride muhalefete ve emekçilere dönük saldırı dalgasının gücü ve sürekliliği dış politikadan bağımsız değil. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki sermayenin, emperyalizmin bir kesiminin desteğiyle sürdürdüğü saldırılarına karşı ancak enternasyonalist ve birleşik bir mücadele programıyla cevap verilebilir.
Siyasal demokrasiye dönük saldırılarla işçilere dönük saldırılar birbirlerinden ayrıştırılamaz. Dolayısıyla siyasal demokrasinin savunusuyla alım gücümüzün savunusu da birbirinden ayrılamaz. Bir iç cephe tahkim edilecekse bu ancak birleşik bir işçi cephesi olabilir. Ortak mücadele hattının oluşturulabilmesinin yegâne yolu budur. Topyekûn saldırı birleşik savunmayı gerektirir. Hem siyasal demokrasiye hem de emeğe dönük planlı saldırının en yakıcı dönemlerindeyken tekrar soruyoruz: Şimdi değilse ne zaman? Ortak acil talepler programı etrafında sınıfın tüm kesimleri bir araya gelmeli ve seferber olmalıdır.
Yorumlar kapalıdır.