29 Mart dönemecinin eşiğinde Türkiye…

AKP tam anlamıyla tasfiye edilirse DTP, Kürt illerinde rakipsiz kalacak. AKP tasfiye edilmezse bu kez devlet içi güç dengesi özellikle mevcut asker-sivil bürokrasi aleyhine değişmeye devam edecek. Bu durum rejim güçleri arasında çok yönlü bir uzlaşmayı ve hassas dengeler üzerine kurulu bir ilişkiyi gündeme getirmekte.

Türkiye’de 29 Mart günü yerel yönetim seçimleri yapılacak. Partiler başkan adaylarını açıkladı ve seçim kampanyaları başladı. Yarış, AKP ile CHP arasında geçecek. Kürt illerinde ise DTP, belediye başkanlıklarını kazanmaya en yakın parti. Devlet bu durumdan çok rahatsız… Çünkü devlet, DTP’nin aldığı her oyu, kazandığı her belediye başkanlığını PKK’nin onaylanması olarak görmekte. Kısacası devlete göre DTP’nin kaybetmesi için her şey mubah.

DTP şu an 56 belediye başkanına ve 20 milletvekiline sahip. Kürt illerinde DTP’den sonra en güçlü parti AKP. İşte bu nedenle devlet, DTP’nin tek rakibi olan AKP’yi zımnen de olsa destekliyor. Bu durum gerçek anlamda bir ironi! Çünkü TSK dâhil devlet içinde birçok kurumun çeşitli kesimleri 2002 yılından bu yana AKP’nin alanını daraltmak ya da tasfiye etmek için uğraştı, uğraşıyor… Nitekim şu an 41’i tutuklu 86 sanık, Türkiye Cumhuriyeti hükümetine karşı başkaldırı suçlamasıyla yargılanıyor. Bu dava Ergenekon adıyla anılıyor.

Türk siyasetinin ironisi!

İşte ironi de burada! AKP tam anlamıyla tasfiye edilirse DTP, Kürt illerinde rakipsiz kalacak. AKP tasfiye edilmezse bu kez devlet içi güç dengesi özellikle mevcut asker-sivil bürokrasi aleyhine değişmeye devam edecek. Bu durum rejim güçleri arasında çok yönlü bir uzlaşmayı ve hassas dengeler üzerine kurulu bir ilişkiyi gündeme getirmekte.

Diğer yandan Başbakan Erdoğan ve partisi AKP, Kemalistlerin gözünde iflah olmaz şeriatçılar olarak görülüyor. Birçok Kemalist, AKP’nin laik cumhuriyeti yıkıp yerine ABD’nin “ılımlı İslam” projesini geçireceğini düşünüyor ve ordunun bu nedenle darbe yapmasını istiyor. Genelkurmay 27 Nisan’da yaptığı gibi askerî muhtıralar vermekten geri durmuyor. Lakin bu muhtıralar tam tersi etki yapıyor. AKP’nin 22 Temmuz’da oyların yüzde 46,58’ini alması da bunun bir göstergesi. Üstelik bu güçle 28 Ağustos’ta bir AKP’li, Abdullah Gül, cumhurbaşkanı oldu.

Şubat 1997 yılında gerçekleşen ‘yarı’ askerî darbe sırasında, sonradan AKP’yi kuran lider kadro o gün Refah Partisi’nin üyeleriydi. 28 Şubat süreci sonucunda önce Refah sonra yerine kurulan Fazilet partileri kapatıldı. Erdoğan ve Gül önderliğindeki lider kadro bu süreç sonucunda “Milli Görüş” geleneğinden koptu ve AKP’yi kurdu. AKP kurulduktan kısa bir süre sonra girdiği 3 Kasım 2002 parlamento seçimlerinde yüzde 34,29 oy aldı ve tek başına hükümeti oluşturdu. Ardından 28 Mart 2004 yerel seçimlerinde yüzde 41,67 alarak oylarını 7 puan daha arttırdı. Ve ardından 22 Temmuz 2007 seçimlerinde yüzde 46,58 alarak bu kez oylarını 5 puan daha arttırmayı başardı. En yakın rakibi CHP ise sadece yüzde 20,88 oy alabildi. Bütün bu sonuçlar AKP’nin burjuvazi açısından çok önemli bir boşluğu doldurduğunun göstergesi.

Burjuvazi AKP ile uzun yıllar yaşadığı siyasi meşruiyetini aştı. İşçi sınıfına ve emekçi kesimlere karşı neo-liberal saldırılar AKP döneminde en üst noktaya çıktı. Sadece ekonomik alanda değil siyasi alanda da büyük baskı, saldırı ve şiddet uygulamaları onun döneminde sıradan hale geldi. İşçi sınıfının 1 Mayıs kutlamalarına karşı AKP’nin izlediği saldırgan politika bunun en iyi örneklerinden biridir. Kürtlere karşı girişilen uygulamalar da bu saldırgan politikaya birer örnektir.

Şimdi ABD’de açığa çıkıp bütün dünyayı etkisi altına alan kriz Türkiye’de de yıkım yaratmaya devam ediyor. Özellikle Eylül 2008 tarihinden itibaren Türkiye’de de etkisini göstermeye başlayan krizin ilk sonuçları işten çıkartma ve işyeri kapanmaları oldu. Türkiye’de son 6 ayda 1 milyonun üzerinde kişinin işsiz kaldığı tahmin ediliyor. Türkiye’de çalışabilir her beş kişiden biri işsiz. Kriz koşullarında bu rakamlar sürekli artıyor.

Türkiye’nin siyasi geleceği

İşte Türkiye bu koşullarda bir seçime gidiyor. Seçimler AKP için referandum niteliğinde olacak. Eğer AKP 22 Temmuz seçimlerinde aldığı yüzde 46,5 oyu muhafaza eder ya da trajik bir düşüş yaşamaz ise, örneğin yüzde 40’ın üzerinde kalmayı başarırsa, bu mevzilerini koruduğunu gösterecek. Davos sonrası oluşan atmosfer devam eder ve AKP oylarını yüzde 47’lerin üzerine çıkarırsa işte bu, Erdoğan için tam bir zafer anlamına gelecek.

Bu durumda AKP bir yandan asker-sivil bürokrasiyle girdiği güç savaşında mevzilerini daha da güçlendirmiş olacak. Bir yandan Ergenekon davasıyla giriştiği derin devlet ve kontr-gerillanın gözden çıkarılmış kesimlerini tasfiye etmeye devam edebilecek. Bir yandan burjuvazinin çeşitli sektörleri arasında birleştirici rolünü sürdürecek. Ama en önemlisi büyük sermaye adına giriştiği neo-liberal saldırı politikalarını kriz koşullarında da devam ettirmek için gerekli siyasi desteği kazanmış olacak.

AKP bunu yapabilirse batı illerinde en büyük rakibi olan CHP’yi kaçınılmaz şekilde bir parçalanma sürecinin içine sürükleyecektir. Bu gelişme AKP’ye karşı umudunu CHP’ye bağlamış siyasi ve toplumsal kesimlerin de yeni arayışlar içine girmesini kaçınılmaz kılacaktır. Bu durumda CHP ya mevcut yönetimini ve politikalarını değiştirerek yeniden sahneye çıkmaya çalışacak ya da onun ardından parlamentonun üçüncü büyük partisi MHP, sabırla beklediği fırsatı değerlendirip aradan sıyrılıp ana muhalefet partisi pozisyonuna geçebilecektir. Özellikle kriz koşullarının bu ikinci seçeneğe daha fazla imkân verecek koşulları hızla hazırladığını unutmamak gerekir… Kürt illerinde de eğer AKP, DTP’yi geriletebilirse tam anlamıyla bir devlet partisi haline gelecek altyapıya ulaşacaktır. Diğer yandan DTP mevzilerini yitirmez ise bu kez bir denge oluşacaktır. AKP tam bir zafer kazanamamış olsa da bu durumda dahi devlet açısından önemini koruyacaktır. DTP 56 belediye başkanlığı sayısını 80’e çıkarmayı hedefliyor. Bu hedefine ulaşır ya da yaklaşırsa AKP bu kez batıda elde ettiği zaferlere rağmen ciddi bir engelle karşı karşıya kalacaktır.

Kuşkusuz sadece Kürtlerin değil, mevcut kriz koşulları devam ettiği sürece işçi sınıfı ve emekçi yoksul kesimlerin hoşnutsuzluğu da daha belirgin hale gelecektir. Bu durum çok daha mücadeleci bir sınıf hareketinin oluşması için gereken bütün imkânları kendi içinde taşımaktadır: Batıda işçi sınıfı ve emekçi yoksul kesimler, doğuda Kürt emekçileri…

Tabii ki kazanımlarını hızla yitiren işçi sınıfının savunma hattından aktif mücadeleci bir hatta sıçraması için sınıf hareketinin birleşik ve örgütlü bir yapıya kavuşması en önemli gerekliliktir. Bugünkü koşullarda sınıf hareketinin dağınık ve örgütsüz, mücadelelerin yerel ve koordinasyondan yoksun durumda olduğunu kabul etmemiz gerekiyor.

Evet, sendikal önderlikler henüz uzlaşmacı pozisyonlarını terk edecek noktada da değiller. Ve evet, sol sosyalist siyasi partiler de mücadelenin ihtiyaç duyduğu birleşik devrimci mücadele hattına ve programına yanıt verme olgunluğundan bugün için uzaktalar. Bunların hepsi doğru ama koşullar işçi sınıfı ve emekçi yoksul kesimler için hiç olmadığı kadar da uygun bir hale gelmekte…

Yorumlar kapalıdır.