Vaat edilmiş demokrasinin sınırları

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan referandum sonuçlarının hemen ardından huşu içinde, 13 Eylül sabahıyla birlikte Türkiye’de hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını muştuluyordu. Nitekim “ileri demokrasi” hurafesinin sarsılması için İstanbul ve Ankara’da gerçekleşen bir dizi barışçıl öğrenci gösterisi yetti de arttı bile. Yakın zamana dek gazetelerin iç sayfalarında sıradanlaşan vahşi polis terörü, yerini artık kamuoyunun görmezden gelemeyeceği şekilde tüm toplumsal muhalefet odaklarına yönelik sistematik bir şiddet uygulamasına bırakmış görünüyor.

Dünya çapında giderek derinleşen ekonomik krizin etkileri, Türkiye’de de etkisini yoğunlaştırırken, ekonomik koşullar da, dış kaynaklara bağımlı büyümenin sınırlarına dayanıyor. AKP hükümetinin yeni liberal saldırı politikalarını güçlü kılan faktörler tersine döndükçe dünya düzeyinde genelleşen bir eğilim, yüzünü Türkiye’de de hissettirmeye başlıyor; neoliberal yıkım politikalarının hamisi partilerin “liberal” cilası dökülüp muhafazakâr baskıcı, işçi düşmanı karakteri öne çıkıyor. Aslında İtalya’da Berlusconi ve Fransa’da Sarkozy hükümetleri bu eğilimin tipikleşmiş örnekleri.

Başbakan Erdoğan’ın “ayakların baş olması”, “her üniversite mezunu iş bulacak diye birşey yok” vecizlerinde ete kemiğe bürünen bu eğilim aynı zamanda burjuvazinin krizden çıkma ve dolayısıyla sermaye birikimi önündeki engelleri aşma arzusuyla örtüşümekte. İşçi sınıfı üzerinde katmerleşecek bir sömürüye yönelen kapitalistler açısından toplumsal uzlaşma arayışı manasını yitirmiş bir hoş sedaya dönüşmüş görünmekte.

Bunun anlamı aynı zamanda kaynağını 12 Eylül rejiminden alan 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası sopasıyla belirlenen bir “ileri demokrasi”nin bizleri beklediğidir. AKP hükümetinin, işçi sınıfını ve toplumsal muhalefeti örgütsüzleştirmeyi ve sindirmeyi hedefleyen baskı politikaları, önümüzdeki dönemde olasılıkla her türlü hak arayışını ve mücadeleyi bir suç unsuruna dönüştürmeye odaklanacak.

Bu görüşümüzün en temel dayanağını yeni yılın ilk günlerinde gündemde üst sıralara tırmanan Torba Yasa ve mecliste onaylanan yeni bütçe oluşturmakta. AKP hükümetinin onaylattığı yeni bütçe, esas olarak hükümetin vergiden azade kıldığı sermayeden bütçe açığını kapatmak üzere borç para almakta oluşuyla ve diğer yandan emekçilerden alınan vergileri de sermaye sınıfına aktarma hedefiyle belirlenmekte.

Hükümetin yeni bütçesi, yalnızca bir kemer sıkma politikasından ibaret değil, dahası bu kez kemer sıkmaya gönüllü bir şekilde rıza göstermeyecek kesimlere açıkca bir savaş ilanı anlamı taşıyor. Aksi halde bütçede güvenlik ve silahlanma harcamalarının oranının, sağlık ve sosyal güvenlik harcamalarının fersah fersah üstünde oluşu nasıl açıklanabilir ki?

Sonuç olarak AKP hükümetinin özellikle referandum süreciyle birlikte yoğunlaştığı demokrasi yanılsamasının krizin derinleşmesine paralel olarak öngörülenden önce pas tutmaya başladığını vurgulamakta yarar var. Saldırılar başta emekçiler olmak üzere gençler, kadınlar, Kürtler ve tüm olası toplumsal muhalefet odakları üzerinde dalga dalga yayılıyor. Bu kesimlerin direniş kapasitelerini yaygınlaştırıp, mücadelelerini birleştirecek, deneyimlerini ortaklaştıracak acil bir eylem programı ve ulusal bir mücadele koordinasyonu kaçınılmaz bir zorunluluk halini alıyor.

Yorumlar kapalıdır.