Suriye devrimi üzerindeki ihanet çemberi

Suriye devrimi hızla bir girdabın içine doğru sürüklenmekte. Devrimi desteklemekten uzak, emperyalist ülkelerin çıkarlarını desteklemeye çok daha yakın Batı basını, ülkede yaşanan süreçlere ilişkin haberleri veriş ve yorumlayış tarzıyla kamuoyunu aydınlatmaktan çok burjuva önyargıların, işe yaramaz ve son tahlilde Esad rejimini desteklemeye varan sahte barışçıl seçeneklerin ve elbette kafa karışıklığının güçlenmesine katkıda bulunuyor. Bu haber ve yorumlara bakılırsa Suriye devrimi, Sünni Selefiler ile Şiiler/Aleviler arasındaki bir din savaşına dönüşmüş durumda. Bu açıdan bakıldığında tabii tuhaf bileşimler ortaya çıkıyor; örneğin İsrail Suriye topraklarını bombalayınca “anti-siyonist” Esad rejimine karşı can düşmanı Hamasçıların şeriatçı dostları Selefilerle işbirliği yapmış oluyor; ya da Lübnan Hizbullahı, Esad rejimine karşı konumlanan Sünni Hamas’la arasındaki köprüleri yıktıkça İsrail’in eline su döker hale geliyor; ya da Katar ve Suudi Arabistan, Suriye’de El Nusra Cephesi’ni silaha ve paraya boğdukça, El Kaide ile hâlâ savaşmakta olduğunu ilan eden ABD’nin düşmanları safında yer almış sayılıyor; bu arada Rus Ortodoks kilisesi bir anda dünya Şiilerinin koruyucusu konumuna yükseliyor; Fransa Mali’de savaştığı Sünni şeriatçıların Suriyeli kardeşlerine silah yardımı yapılmasını istiyor… Bütün bunların arasında ABD ve Rusya el ele verip, Haziran ayı ortalarında Cenevre’de Esad rejiminin temsilcilerinin de davetli olduğu bir “barış konferansı” düzenlemeyi tasarlayarak çevrimi tamamlıyorlar.

Kuşkusuz, dost-düşman herkesin birbiriyle savaştığı böyle bir panaroma gerçek olamaz. Sorun şu ki, emperyalizmden Şeriatçı milislere kadar uzanan bir yelpazede yer alan bütün emperyalist, burjuva ve gerici akımlar, ve tabii bu arada Esad rejimi, Suriye devriminin yozlaşması ve ezilmesi için bütün güçlerini harcıyorlar. Böylece bir yandan da her kesim sonunda ortaya çıkacak parçalı bütünün içinde “kendi hakkı” olarak iddia ettiği payı kapmaya çalışıyor. Bu açıdan Suriye devriminin geleceği, ayaklanan kitlelerin devrimci enerjilerini hangi noktaya kadar sürdürebileceklerine bağlı hale gelmiş durumda. Ama bu esas olarak devrimin önderliği sorunuyla ilişkili.

Esad rejimine karşı savaşan güçler arasında, devrimi denetim altında tutmaya çalışan emperyalizm işbirlikçisi Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu (Müslüman Kardeşler) ile gerici El Nusra Cephesi’nin (Selefiler) ağırlıkta olduğu bir gerçek. Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan’dan bol para, silah ve kadro yardımı alan bu grupların karşısında ve özellikle iç savaş koşullarında Suriye devrimci solunun gelişebilmesi zordu ve esas itibariyle dünya solunun yardımına ihtiyacı vardı ve hâlâ da var. Ama uluslararası sol hareket bu konuda hiç de iyi bir sınav vermedi. Stalinist ve Chavezci akımlar daha devrimin ilk anından itibaren onun karşısında ve Esad’ın (ve tabii Kaddafi’nin) diktatörlük rejiminin yanında yer aldılar. Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan, devrimi denetleyebilmek için, ilk aylarda onun üzerinde hemen hiçbir otoriteye ve desteğe sahip olmayan burjuva ve gerici akımların güçlenmesi için çaba harcarken, Venezuela hükümeti “petrol bağlantısı” üzerinden İranlı mollaları kendine dost ilan etti ve kitlelerin sokakta Esad’ın katillerince katledilmelerine onay verdi. Böylece Suriye devrimci solu, Küba ve Venezuela gibi ülkelerden herhangi bir yardım alamadığı gibi onların bürokrat ve Bonapartist önderliklerince “emperyalizm işbirlikçisi” olmakla mahkum edildi. Özetle, “XXI. yüzyıl sosyalizmi” Suriye halkına ve devrimine ihanet etti.

Castro-Chavez çizgisinin dışında kalan ve kendini devrimci olarak niteleyen bazı başka akım ve çevreler de (esas olarak ulusalcı bakış açısıyla) Suriye devrimine ihanet eden cephede konumlanmayı tercih ettiler. Suriyeli emekçi yığınların kanlı diktatörlük rejimine karşı başkaldırısını, daha emperyalizmin ve Siyonizmin şaşkınlık geçirmekte ve Esad rejimini ayakta tutabilecek bir çözüm arayışı içinde olduğu dönemde bile, “ABD komplosu” olarak nitelemeyi yeğlediler. Onların literatüründe diktatörlüğe karşı ayaklanan emekçiler “emperyalizmin maşası” oldu (tıpkı Rus devrimi sırasında Bolşeviklerin Çarlık yandaşları tarafından “Almanya’nın ajanları” olarak karalanması gibi); kırk yıldan beri İsrail’e tek kurşun sıkmamış, Siyonizm tarafından bölge istikrarının temel taşı ilan edilmiş olan ve son dönemlerde ABD’nin can dostu (Erdoğan’ın kan kardeşi) Esad ve onun halk düşmanı cani rejimi bir anda “anti-emperyalist” sıfatı kazandı. Bu “solcular” daha sonra, “saf proleter devrim” kuramları geliştirip, Suriye toplumunun sınıfsal karmaşıklından dem vurmaya, işçi sınıfının mücadelelere önderlik etmediğinden yakınmaya başladılar; muhalif kamptaki devrimi gasp edip kaçırmaya çalışan burjuva ve gerici akımların varlığını gerekçe göstererek, bunun en azından “desteklenmeye layık olmayan” bir mücadele olduğu sonucuna vardılar, ya da doğrudan rejimin safında toplandılar. Bu kesimlerin de ne Suriye halkına ne de bu ülkede devrimci önderliğin geliştirilmesi çabalarına katacakları bir şey vardı, ne de niyetleri; tam tersine, onun karşısında, karşıdevrimci kampta yer aldılar.

Karşıdevrim kampının son günlerde işlediği konu ise, AB’nin Suriyeli muhaliflere yönelik silah ambargosunu kaldırma konusunda çalışmalar başlatmış olması. Oysa 2011 başlarında Suriyeli emekçiler diktatörlüğe karşı ayaklanma başlattıklarında, Castro/Chavez yanlıları ve ulusalcı solcular kitlelerin rejim tarafından katledilmesini seyretmekle yetindiler, hatta “haklı” gördüler. Daha sonra kitleler özsavunma amacıyla derme çatma biçimde silahlanmaya, milisler kurmaya başladıklarında, en ufak bir yardım kampanyası düzenlemekten, Suriye halkının silahlandırılması yönünde kendi hükümetleri üzerinde baskı kurmaktan şiddetle kaçındılar. Oysa bu arada emperyalizm, devrimi bölebilmek, kendi denetimine çekebilmek ve rejimin köklü bir yıkıma uğramasını engelleyebilmek için, Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan aracılığıyla kendine yandaşlar oluşturma ve onları silahlandırma çalışmasına girişmişti bile. İdeolojik ve/veya politik olarak Selefilikle, şeriatçılıkla ilgisi olmayan pek çok milis ve komite, sırf ayakta kalıp mücadeleyi sürdürebilmek amacıyla çok daha donatımlı olan bu birliklere katılmak zorunda kalacaktı.

Sonuç ortada: ABD ve Rusya şimdi rejim ile muhalefeti Cenevre’de görüşme masasına oturtarak, 100 binden çok Suriyeli emekçinin cesedi üzerinde “barış görüşmeleri” örgütleyecekler. AB’nin muhalefete yönelik silah ambargosuna son verme niyeti, bunu “dengelemek” gerekçesiyle Rusya’nın Suriye’ye S-300 füzeler göndermesi, İsrail’in bu durum karşısında “gereğini düşüneceği” tehditleri, vs. esas olarak “barış masasındaki” ağırlıkların ölçülmesine ve oluşturulmasına yönelik. Oysa hepsinin hedefi belli: devrimci sürece son vermek, rejimi çöküşten kurtarmak ve belki bir hükümet değişikliğiyle ayaklanan kitleleri burjuva kurumsallığın içine çekmek. Emperyalizmin bu demokratik gericilik politikası olasılıkla, kendilerini “anti-emperyalist” addeden Esad destekçilerini, Castro/Chavez yandaşlarını, reformist/ulusalcı sol akımları memnun edecektir. Ama Suriye devrimci solunun, tüm dünya devrimci Marksistlerinin tutumu başkadır: Suriye devrimi, cani Esad rejimi yıkılana kadar sürmelidir! Bu rejime karşı mücadele eden Suriye halkının silahlanma hakkı kabul edilmelidir! Silah yardımları, ülkelerin kendileri için seçtikleri birimlere değil, rejime karşı mücadele eden tüm Suriyeli emekçilere dağıtılmalıdır! Türkiye, Irak, Ürdün ve Lübnan, sınırlarını Suriye halkına ve devrimcilerine açmalı, onların üzerineki sınırlamaları kaldırmalıdırlar! Suriye devriminin desteklenmesi ve Suriye’de devrimci Marksist önderliğin inşası için uluslararası devrimci solu ortak kampanyaya çağırıyoruz! Demokratik, laik ve sosyalist bir Suriye için ileri!

Yorumlar kapalıdır.