Avrupa kıtasında başveren son kitlesel seferberlik süreçleri alışık olduğumuz cinsten tablolar sunmayarak, idrak etmemizi şart koşan farklı bir gerçekliğin sokaklarda kendisini ifade etmeye başladığını açık açık gösteriyor. Ekonomik krizin sosyal ve demokratik haklarda açtığı derin gediklerin yuttuğu yığınlar bir yandan genişleyip kaderlerinde söz hakkına sahip olmak adına mücadeleye atılırlarken, öte yandan neoliberal yıkımın yerini somut bir alternatifle dolduramayan sol siyaset, kendi kabuğunu kıramadığı bir vaziyette. Zira mevcut durum masaya yatırıldığında, kalkışmalardaki siyasi önderliğin sağcı grupların ellerinde olduğu sonucuna mekanik olarak varmak mümkün olmasa da, mücadeleler silsilesi içerisindeki ağırlıklarının yadsınamayacak derecede belirleyici olduğunu teslim etmek gerekecektir.
Ukrayna’da kitleler, hükümetleri Avrupa Birliği ile olan ortaklık antlaşmasını imzalamadığı gerekçesiyle alanları doldurdular. AB’ye entegrasyon taraftarı olan yığınlar, gösterilerinde AB bayrakları kullanırlarken, sloganlarını da bu yönde belirlediler. Gösteriler, bir hafta gibi kısa bir süre içerisinde polis devletine ve şiddetine karşı bir kitlesel kalkışmaya dönüşürken, kalkışmanın egemen politik öznelerini sağ kanat partiler oluşturdular. Kiev’de toplanan yüz binlerin “Hükümet İstifa!” talebini, alternatif burjuva önderliklerinin temsilcileri kendilerine politik kredi toplamak adına sömürdüler.
İtalya ise bu ay yoksulluğa karşı verilen sınıf mücadelesinin şiddetlenmesiyle sarsıldı. Ülkenin öne çıkan şehirlerinde yaşanan yoğun çatışmalar ve kurulan barikatlar, ulusal çapta bir seferberliğe dönüşen kalkışmanın sarsıcı karakterinin göstergelerinden sadece birkaçıydı. Ne var ki, 9 Aralık’ta sokaklara dökülme çağrısı yapan hareketin başını aşırı sağ unsurlar çekiyor. Bu göçmen karşıtı aşırı sağ odaklar, tıpkı Ukrayna’daki gibi, kitlelerin son derece somut olan ihtiyaçlarının birer ifadesi olan yakıcı talepleri, kendi küçük-burjuva milliyetçi programlarını makyajlamak için kullanıyorlar.
Ukrayna’da protestolar içerisinde AB yanlısı sağ-liberal politika kendisine hatırı sayılır bir yankı bulsa da, yığınların parasız eğitim ve ücretsiz toplu taşıma hakkı, ücretli babalık izni, sendikal örgütlenme hakkı gibi ancak devrimci tarzda örülen bir eylem ve program hattı ile kazanabilecekleri maddi istekleri, çıkan ayaklanmanın gebe olduğu potansiyelleri açıkça gözler önüne seriyor. İtalya’da ise yükselen vergiler ile gelen zamlarla alımı bir hayli zorlaşmaya başlayan temel tüketim maddelerine duyulan yakıcı ihtiyaç, gerçekçi çözümün üretimin ve tüketimin emekçiler tarafından organize edilmesinde olduğunu her geçen gün daha da hissettirir durumda. Sokaklarda her ne kadar belirleyici olabilseler de, sağ kanadın politik odaklarının bu rasyonel adımın atılmasında herhangi bir ilerleme kaydedebileceğini iddia etmek elbette doğru olmaz.
Emperyalizmin ekonomi politikalarının aktarma kayışı rolündeki bu sağcı oluşumların, kalabalıkların haklı taleplerinin altından kalkamayacağını söylemekle yetinerek bir köşeye çekilmek, mücadelenin pratik ihtiyaçlarını tamamen boşlayan bir adım olur. Bu büyük sokak seferberlikleri karşısında sosyalist siyasetin yalıtılmış bir hâlde kendi ininden çıkamayarak politik boşluğun doldurulması misyonunu dolaylı olarak burjuva önderliklere teslim ediyor oluşu, kitlelerin gerçekleştirdiği geniş çaplı eylemlilikleri “gerici” sıfatıyla anmamız için bize gereken hakkı tanımıyor. Aksine, somut gereksinimlerin acil bir biçimde karşılanmasına dönük devrimci bir programın oluşturulması ve bu yönde kitlesel emekçi partilerinin inşası, her geçen gün, yakıcılığını daha hissettiren bir gereksinim halini almaya devam ediyor.
Yorumlar kapalıdır.