Cumhurbaşkanlığı ve işçi sınıfı
Cumhurbaşkanının halk oylaması ile belirlenmesi aslında rejimin dönüşümüne dair pek çok başka yeniliği de içerisinde barındırmakta. Süleyman Demirel, Ahmet Necdet Sezer ve Abdullah Gül deneyimlerinde gözlemlediğimiz cumhurbaşkanları Türkiye politikasında bir belirleyen olmaktan çok, birden fazla belirleyen arasında hakem rolü oynayan bir makam idi. Öyle ki, cumhurbaşkanının veto hakkından öte bir yetkisinin olup olmadığı ise halk nezdinde bir bilinmeyendi.
İşçi ve emekçiler için meşru olmayan bir seçim
2007 referandumu ile cumhurbaşkanının halkoyuyla seçilmesine karar verilmesi, aslında Türkiye rejimindeki çok başlılıktan kaynaklanan pek çok çatışmaya karşılık yürütmenin güçlendirilmesi ve burjuvazinin ihtiyaç duyduğu neoliberal kararların daha hızlı alınmasını sağlayacak bir adım idi. AKP’nin askerin, yargının vb. yetkilerini kısarak başta özelleştirme ve işçi düşmanı torba yasalar olmak üzere pek çok neoliberal dönüşümü yürütmenin yetkilerini artırarak geçirme çabası on iki yıllık AKP iktidarının kısa bir özeti olabilir.
AKP her ne kadar rejimi demokratikleştirdiği yalanı ile bu süreç içerisinde hareket etmiş olsa da, burjuvazinin lehine hızlı özelleştirme ve işçi haklarını kısıtlama kararları alan parlamento hızla en basit burjuva demokratik hakların dahi önüne geçen pek çok uygulamaya imza attı. Şişecam işçilerinin grevlerinin yasaklanmasıyla, Gezi ve sonrası dönemdeki tüm eylemlerde polisin uyguladığı vahşet ve aleni cinayetlerle, Tekel işçilerinin maruz kaldığı baskılarla, terör suçlamasıyla tüm dünyadaki toplam siyasi tutuklu/hükümlünün üçte birinin tek başına Türkiye’de tutuklu/hükümlü bulunması ile rejimin demokrasi maskesinin ne kadar yavan ve sahte olduğunu açıkça deneyimlemiş bulunuyoruz.
“Yetkileri arttırılmış” mevcut cumhurbaşkanlığı modeli ve bunun halkoyuna sunulması da benzer bir demokrasi yalanından ve burjuva yanlısı çıkarların ifadesinden öte bir şey değil. Cumhurbaşkanı adaylığının ancak en az 20 milletvekili tarafından teklif edilebilmesi zaten seçim sisteminin antidemokratik yönünü tek başına bile ortaya koymakta. Biz yine de bu belirleyici ayrıntılara takılmayıp şimdilik kendimizi ülkenin bilinen en muteber makamı olan cumhurbaşkanlığının arka planında dönen işçi emekçi düşmanı siyaseti irdelemekle sınırlayalım.
Tüm bu gerçekler etrafında hareket edecek olursak söyleyebiliriz ki, cumhurbaşkanlığı seçimi biz işçi ve emekçilerin nezdinde meşru değildir. Mevcut seçenekler ve antidemokratik oylama biçimi içerisinde hangisinin bizi daha iyi sömüreceğini, bizlerin aleyhine kararlar çıkartacağını seçmek, bizlerin kabul edebileceği bir politika olamaz. Hele ki böylesi bir politikayı ileri bir adım olarak görmek bize hiç mi hiç uygun değildir.
Cumhurbaşkanlığı krizi ya da evdeki hesap çarşıya uymayınca
Buraya kadar cumhurbaşkanlığının mevcut durumu işçiler için daha büyük felaket ve patronlar için daha güçlü bir saldırı anlamına gelse de, seçimlerin iki iddialı adayı olan Ekmeleddin İhsanoğlu ve Tayyip Erdoğan’ın aralarındaki rekabet aslında bugüne değin rejim içerisinde pek de alışkın olmadığımız yeni bir tür çatışmanın ortaya çıktığını gösteriyor.
Türkiye burjuvazisi her ne kadar yürütmenin güçlendirilmesi ile kendi lehine kararların daha hızlı alınmasına ihtiyaç duysa ve hatta en ideal rüyasını halen bir tür başkanlık/yarı başkanlık sistemi süslese de, eldeki aktörler ve uluslararası durum uyarınca bu rüyasından silkinmek durumunda kaldı.
Bugüne değin kendisinin en genel neoliberal çıkarları adına AKP’nin etrafında kümelenen Türkiye burjuvazisi, Gezi seferberliği ve Arap devrimleri sürecinde iflas eden AKP dış politikası karşısında açığa çıkan kriz emarelerinden bir hayli muzdarip duruma düştü. Erdoğan’ın kontrol edilemeyen kişiliğinde cisimleşen AKP politikası bir yandan ülke içerisinde sürekli bir çatışma ortamını yaratırken, müdahaleci dış politikanın yanlış taktikleri sonucunda ise bedeli ağır kimi gerçekleri su yüzüne çıkardı. Gezi’den beri ülke içerisindeki çatışma ortamının sürekliliği burjuvaziyi Ukrayna ve Suriye örneklerini daha ciddi şekilde düşünmeye sevk etmiş olmalı. Ülkeden çıkan döviz miktarı ile ülkeye giren döviz miktarı arasındaki uçurum, ithalata dayalı bir üretim politikasının kırılganlığı böyle bir çatışma ortamını burjuvazi için oldukça sıkıntı verici hale getirmekte. Öte yandan AKP önce Gezi ile esnemiş, sonrasında ise 17 Aralık operasyonları ile kendi içerisinde ağır bir darbe almıştı. Bu koşullar altında AKP kendi iktidarını sürekli çatışma ortamı altında pekiştirme yoluna girince Türkiye burjuvazisi kendisini sürdürülebilirliği meçhul bir siyasi iktidara bakarken buldu.
Ülkeyi neredeyse keyfi biçimde savaşa sürükleme ihtimali de taşıyan Suriye’ye müdahale politikası, Ortadoğu’ya model olma çalışmalarının Mısır’da askeri darbe ile Müslüman Kardeşlerin iktidardan düşmesiyle sonuçlanması, Suriye’de ise IŞİD’in silahlı biçimde sınıra dayanması, dış politikayı içinden çıkılmaz bir hale soktu. Böylece burjuvazi güçlü bir yürütmeye duyduğu ihtiyaç ile bu yürütmenin başına geçebilecek kontrol edilemez bir Erdoğan gerçeği ile karşı karşıya kalmış oldu. Dolayısıyla, cumhurbaşkanlığı seçimi yalnızca makama kimin geçeceği ve hangi politikalara ağırlık vereceği sorunsalının ötesine sıçradı. Arık burjuvazi devleti hem ulusal hem de uluslararası arenada kırılganlıklardan uzak tutmak (Erdoğansız bir çözüm) ya da doğrudan tehlikelere açık bırakacak ve kontrol edilemeyecek bir geleceğe doğru hareket edecek (Erdoğanlı bir gelecek) tercihleri arasında kalmış oldu.
Ekmeleddin İhsanoğlu’nun geleneksel cumhurbaşkanı profili
Türkiye burjuvazisinin içine düştüğü bu kırılgan durum ebette ki, emperyalizm açısından da huzursuzluk verici niteliklere sahip. Erdoğan amiralliğindeki Türkiye’nin Suriye, Irak ve Ukrayna’nın ardından kontolden çıkma ihtimali şu ana kadar emperyalizmi rahatsız etmemiş olamaz.
Dediğimiz gibi, bir tür başkanlık ve yarı-başkanlık sistemi hem Türkiye burjuvazisinin hem de dünya burjuvazisinin ihtiyaçlarını karşılayacak bir sistem olsa da mevcut koşullar bu ihtiyacın şimdilik ertelenebileceği gerçekliğini ortaya koymakta. Ancak her ne kadar şimdilik bir başkanlık/yarı başkanlık sistemi tartışması içerisinde bulunmasak da yetkileri arttırılmış bir cumhurbaşkanlığı makamının neredeyse fiilen bir başkan rolü oynayabileceği gerçeği ile karşı karşıyayız.
İşte bu gerçeklik karşısında burjuvazinin bir kesimi, emperyalizmin de örtülü yönlendirmesi ile cumhurbaşkanlığı makamını bir süre daha halk ile parlamento arasında hakem rolü oynayacak, dış ilişkilerde tansiyonu düşürecek bir kurum olarak kurgulamayı sürdürmek istemekte. Bu bağlamda İhsanoğlu’nun adaylığı tam da ifade edilen profile uygun bir örneği oluşturmaktadır.
İhsanoğlu’nun adaylığı, AKP’nin başından beri yürüttüğü neoliberal politikaların uygulanması ve yürütmenin güçlendirilmesi gibi stratejik konularda farklı hiçbir şey ifade etmemekte. Ancak bu durum Erdoğan’ın tıpkısı yahut farklı türden kötüsü (söz gelimi farklı renkten bir faşisti) olduğu anlamına gelmez. İhsanoğlu adaylığı, işçi düşmanı politikaların dışarıda daha sakin içeride ise çatışmaları durdurarak sürdürülmesi ve daha uygun bir anda yine başkanlık sistemine benzer bir adımın daha güvenli şekilde atılması için ortaya çıkmış durumda. Dahası görünen o ki, yalnızca cumhurbaşkanlığı üzerinde değil, Ankara ve Yalova deneyimlerinden sonra AKP’nin alternatifi olabilecek bir CHP-MHP koalisyonunun harçlarından biri olarak ele alınmalı. Mevcut oy potansiyeli açısından CHP, MHP, Saadet Partisi ve BBP’nin yanı sıra AKP’nin İslamcı tabanının oy pastasından da ısırık almaya yönelik bir çaba…
Şu durumda İhsanoğlu, kötülüklerin başı gibi görünen Erdoğan’ın karşısında hiç de ehven-i şer olmadığı, açık. İhsanoğlu burjuvazi için Erdoğan’dan daha güvenilir bir alternatif yaratma çabasıdır. İşçiler için ise, özelleştirmeler, işsizleşme, çalışma saatlerinin artması ve maaşların baskılanması gibi politikaları da içeren neoliberal politikaların bir sözcüsüdür.
İhsanoğlu burjuvazi için alternatif sunarken işçilere yönelik ancak sessizce düşmanlığını ifade edebilir. İhsanoğlu’nun adaylığının işçi ve emekçiler için bir faydası yoktur.
Erdoğan’ın adaylığı ya da yüz bir yıllık parantez
Görünen o ki Erdoğan yaşamının en zor döneminden geçmekte. AKP öncelikle Gezi seferberliği ile iktidarının sorgulandığını görüp kendi içerisinde geri dönülmez bir çatlama yaşamıştı. Bu çatlama kendisini 17 Aralık operasyonu ile iyiden iyiye ortaya koyduğunda artık başkanlık ve yarı başkanlık istemi için istediği güce sahip olmadığını görmüş oldu. Berkin Elvan cenazesinde kitlelerin bitmek bilmeyen haklı öfkesi karşısında ise bir kez daha sıkışmıştı. Yerel seçimler ile oy potansiyelini koruduğunu gösterdiğinde kutuplaştırma politikasını ilerletmekten başka şansı kalmamıştı. Soma’da işçilerin öfkesi ve yuhalamalarına karşı kendi tekme tokadı dâhil olmak üzere döküp saçtığı onca şiddet ise nasıl bir ölüm kalım savaşı içerinde bulunduğunu ona bir kez daha gösterdi.
Tüm bunların yanı sıra Erdoğan’ın adaylığı yalnızca AKP’nin ölüm kalım savaşı olmanın da dışında anlamları içerisinde barındırıyor. Erdoğan’ın adaylığı ile meşhur 100 yıllık bir parantezin kapatılacağını ifade etmek aslında öylesine söylenmiş bir laf değil. Ahmet Davutoğlu’na göre 100 yıl öncesi tam da 1916’da İngiltere ve Fransa arasında Osmanlı’nın Ortadoğu’daki topraklarını paylaştığı gizli bir anlaşma olan Sykes-Picot anlaşmasına denk düşüyor. Yani Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı, ilhak yolu ile olmasa da AKP’nin Ortadoğu’da yeniden aktif
bir Türkiye yaratmaya yönelteceği anlamına geliyor. Bu dış politikanın, aslında 100 yıllık Sykes-Picot anlaşmasının hal-i hazırda IŞİD ile bozulması sonrası ne denli gerçeklikten uzak olduğu ise artık alenileşmiş durumda.
Erdoğan’ın ve AKP’nin hayatta kalma savaşına geri dönelim. Öyle görünmekte ki, en güvendiği yerden, sandıktan alacağı bir mağlubiyet yeni mağlubiyetlerin başlangıcı olacaktır. Bu yüzden tüm gücü ile cumhurbaşkanlığı makamına sarılan Erdoğan, kendi iktidarını biraz daha güçlendirmenin derdinde. Artık alenileşen yolsuzluk ve kökleştirdiği devlet bürokrasisinin çıkarları ile bir düzeyde kararlılık vaat ettiği kitleler temel dayanağını oluşturmakta. Görülen yolsuzluk rakamlarının ne denli yüksek olduğunu bir kez daha aklımıza getirecek olursak çevresinde bu yolsuzluklardan nemalanan çok sayıda kişi ve kurumun bulunduğunu görmek hiç de zor değil.
Erdoğan’ın müşkül durumunun açıklığına rağmen O’nun için umutlar hiç de tükenmiş değil. Hatta mevcut anketlerin verilerine göre yarışı önde (kimilerine göre sorgulanamayacak şekilde önde) sürdüren Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı ile rejimin baskıcı Bonapartist yüzünün daha da güçleneceği ve de işçi-emekçi düşmanı saldırıların artacağı anlamına geliyor.
Selahattin Demirtaş işçi ve emekçiler için bir alternatif olabilir mi?
Cumhurbaşkanlığı adaylığını, Mustafa Suphi’lerden başlayan bir geleneğin devamı, Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu bir radikal demokrasinin sözcüsü olarak ortaya koyan Demirtaş, bu büyük sözlerin yanında işçi ve emekçiler için herhangi bir programı hâlâ sunmamış durumda.
Demirtaş’ın Gezi seferberliğinin başlangıcındaki yaklaşımları neredeyse AKP’yi destekler nitelikteydi. Bunu şimdilik unutup Demirtaş adaylığı çerçevesinde HDP’nin programını incelemekte fayda var. Örneğin, adaylık programı dâhilinde işçi düşmanı AB’ye dair bir laf mevcut değil! Kürtlerin ulusal haklarının tanınmasına yönelik yegane dayanak ise gizli sürdürülen müzakere süreci olduğu görünüyor. Adaylığı daha da ayrıntılandırmak mümkün olsa da bu hususlar bizler için temel referanslar olabilir.
Yazımızın başına dönecek olursak yetkileri arttırılmış bir cumhurbaşkanlığı demokratik bir mevzi ya da dönüşüm olmaktan uzaktır. Dahası doğrudan neoliberal bir ihtiyaçtır. Dolayısı ile mevcut cumhurbaşkanlığı seçimleri işçilerin gözünde meşru bir seçim olamaz. Kürt halkına ise kaderini tayin hakkı dahil olmak üzere tüm ulusal haklarını açıkça tanıyarak ulusal sorunun kalıcı, adil, eşit ve gerçekçi bir sorununu ortaya koymaya yönelik bir kurum olmadığı da açıktır. Böylece cumhurbaşkanlığı seçimlerinin bu gibi eksikliklerini ifşa etmeyen, ayrıca mevzisine işçi demokrasisi gibi en ileri demokrasi biçimini almayan bir demokrasinin sözcülüğünü yapmak maalesef ki yine işçi sınıfının çıkarına bir adaylık olarak karşımızda durmuyor.
HDP Demirtaş’ı kucaklayıcı bir cumhurbaşkanı adayı olarak önerirken biz işçi ve emekçiler olarak acil ihtiyaçlarımıza dair bir emare ile karşılaşamamaktayız.
Peki ya işçi sınıfı ve işçi demokrasisi?
Şu koşullar altında bizler için yapılabilecek en anlamlı çalışma ufak da olsa bir emek cephesi kurarak, artan yetkileri ile cumhurbaşkanlığının gerçekte neyi ifade ettiğini kitlelere açıklamak ve bir işçi alternatifi yaratmaya çabalamak olurdu. Bu amaçla yapılabilecek bir birleşik çalışma ne denli küçük olursa olsun işçi ve emekçilerin hafızasında önemli bir mevzi teşkil edebilir ve güçlerimizin toparlanmasını sağlayabilirdi.
Ne yazık ki devrimci sosyalist solun bugünkü dağınıklığı nedeniyle bu ihtimalin dışında kalsak da, sadece seçimlere kenetlenmeyen, bir bütün olarak sınıf mücadelesinin bağımsızlığı için savaşan bizim gibi kesimler bundan sonrasında da biraraya gelebilecektir.
Şu anda böyle küçük de olsa birleşik bir güce sahip olmamamız hiçbir şey yapmayacağımız anlamına gelmez. Bize göre karmaşık gibi görünen sorunun çözümü basittir. Madem ki, cumhurbaşkanlığı Türkiye’de bir demokrasi maskesi olarak kullanılmakta biz de gerçek bir demokrasi mücadelesinin ne olduğunu söyleyebiliriz.
Bize göre demokrasi sorununun çözümü acil sorunlarımızın derhal önümüze koyulması ile mümkündür.
Kürt sorununun gizli görüşmeler ve güvenilmez vaatler etrafında çözümüne razı değiliz. Kürt halkının hak ettiği özgürlüklerin açıkça ve geri alınamayacak şekilde tanınmasından yanayız. Bu sebeple Kürt halkına kaderini tayin hakkının tanınması ile birlikte tüm ulusal haklarının tanınmasını istiyoruz.
İşçi ve emekçilere yönelik en büyük sorunumuzun yoksulluk olduğunu düşünürken Soma faciası ve ardı gelmeyen işçi ölümleriyle birlikte iş güvencesinin hem fiziki hem de ekonomik bir güvence altına alınması gerektiğine inanıyoruz. Yoksulluğun ve işyerlerine cinayete kurban gitmemizin sonlandırılmasını istiyoruz.
Demokratik haklar ve özgürlükler konusundaki geriliğimiz ise saymaya gerek kalmayacak boyutlarda. Kurumların yetkilerinin değiştirilmesi yahut kurumların başındaki isimlerin değiştirilmesi ile her geçen gün burjuva programların daha da güçlendiğini görüyor bedelini ise, dayanaksız davalar, tutukluluklar ve dahası polis cinayetleri ile ödüyoruz. Kadın cinayetlerindeki artışın önlenemeyişine, örgütlenme özgürlüğüne, Kaz Dağları, Üçüncü Köprü ve İğneada ile sürdürülen çevrenin amansız katliamına çözümün devlet kurumlarına yamalar ya da yetki değişiklikleri ile sağlanamayacağını açıkça görüyoruz. Dahası tüm dönüşümlerin bu kötülüklerin hizmetinde olduğunu biliyoruz.
Bu üç temel talebimizin çözümü ise sol liberaller ve reformistler tarafından mevcut sistem içerisinde onca aranışa ve değişikliğe rağmen hâlâ bulunamamışsa, bunun tek açıklaması çözümün mevcut sistemde olmadığıdır.
Madem öyle ve madem ki egemenler dahil olmak üzere herkes sorunu bir anayasal krize, yetkilerin krizine indirgemiş durumda o halde derhal barajsız ve adil bir seçim yapılarak bu üç acil talebimizi hayata geçirmeye yönelik bir yeni anayasa hazırlamak üzere bir kurucu meclis toplansın!
Bu basit çözüm de derdimize tek başına derman olamaz ancak yolumuzu açabilir. Tüm bu sorunlarımızın kalıcı ve sağlam dayanaklı bir çözümü için ise, bir işçi emekçi iktidarı için mücadelemizi sürdürmeli aklımızda hep bunun parolasını taşımalıyız.
İDP Girişimi olarak Cumhurbaşkanlığı seçiminde mevcut alternatiflerin bize bir çare olmadığını düşünüyoruz. Maalesef ki sınıf bağımsızlığı temelinde mücadele eden sosyalist sol olarak gücümüzü birleştirmiş durumda da değiliz. Ancak bu bizi bu yolda ilerlemekten alıkoyamaz. Güçlerimizi birleştirebilmek ve patronlardan ve devletten bağımsız bir cephe oluşturabilmek için şimdiden çalışmamızı bu üç acil talebimiz etrafında güçlendirmeliyiz.
Yorumlar kapalıdır.