Çok alametler belirdi… Şimdi işçi seçeneğini yükseltelim!

Recep Tayyip Erdoğan’ın Çankaya’ya çıkması, ülkenin yakın geleceğini ve iç dinamiklerini belirleyecek, istikrardan uzak yeni bir evreye girmekte olduğumuz anlamına gelebilir. Özellikle Gezi sürecinden bu yana Erdoğan, iç politik ilişkilerin tek kontrol mercii olmadan kendi gücünü ve geleceğini garanti altına alamayacağını biliyor. Bu nedenle Köşk’e çıkmayı başarmasına karşın, hükümeti ve AKP’yi avucunun içinde tutmayı sürdürerek dengeleri korumayı hedefliyor. Böylesi “gölge” bir role en uygun aday olarak, Davutoğlu’nun hem AKP Genel Başkanı hem de Başbakan yapılmasının nedeni bu.

Gelişmeleri AKP ve Erdoğan karşıtlığı üzerinden yorumlamakta ısrar eden geniş bir sol kesimin var saydığının aksine, bir “Erdoğan ya da İslami diktatörlük” tehlikesinin ötesine geçen bir tehdit ile karşı karşıyayız. Türkiye’yi büyük bir ekonomik ve sosyal yıkımın eşiğine taşıyan sömürgen neoliberal politikaların sürekliliği konusunda burjuvazinin tüm kesimleri ardı ardına destek ve uzlaşma açıklamaları yapıyor. Bunun tek anlamı, tüm bu kesimlerin Türkiye’de sermaye birikimi rejimini yeniden yapılandırma stratejisi ve bu -son derece kararlı ve gerici karakter kazanacak- yağma rejimini önümüzdeki günlerde işçi sınıfına dayatma konusunda uzlaşıyor olduklarıdır.

Erdoğan, önümüzdeki süreçte fiili olarak başkanlık yapmaya, ilk seçimlerde ihtiyaç duyduğu meclis çoğunluğuna ulaşırsa da yasal olarak başkanlık sistemine geçmeye hazırlanmakta. Yine de Cumhurbaşkanlığı Köşkü’ne çıkmak Erdoğan için kurtarıcı formül değil. Tersine gelişmeler, çok yönlü iç ve dış sorunların Çankaya’nın kapısında beklemekte olduğunu gösteriyor.

15 Haziran 2015’te yapılacak olan genel seçimlerde Davutoğlu önderliğindeki AKP’nin ciddi oy kaybına uğraması ülkedeki iç politikayı bütünüyle alt üst edecek gelişmelere kapı açacaktır. Öte yandan, dış ve iç politik gelişmelerin yol açtığı kırılganlık, görülmemiş ekonomik sarsıntı alametleriyle iç içe giriyor bugünlerde.

2011 yılında tutturulmuş yüzde 8.8’lik ekonomik büyüme oranları bu yıl içinde yüzde 4 oranına demirlemiş durumda. Bizzat ekonomiden sorumlu Bakan Babacan’ın paylaştığı verilerle, önümüzdeki 12 ayda 210-220 milyar dolarlık dış borcu ödemiş olması gereken ve 55-65 milyar dolarlık cari açık finansmanına ihtiyacı bulunan bir ekonomi ile karşı karşıyayız. Öte yandan Ağustos ayında işsiz sayısının 3 milyona vardığı tahmin ediliyor. Türkiye Bankalar Birliği (TBB)’nin verilerine göre, 2014 yılının Haziran ayında kredi kartı borcunu ödeyemeyenlerin sayısı bir önceki yılın aynı dönemine göre, yüzde 30.6 artışla 88 bin 885 kişiden, 116 bin 93 kişiye yükseldi. Ekonomide tarım, gıda, inşaat, otomotiv, finans gibi sektörlerden başlayarak yavaşlama ve kriz sinyalleri artıyor. Özetle büyüme belirtileri yok, iyileşme yok. Deniz bitiyor…

Yıkım tek seçeneğimiz değil

Bu tablo olası bir ekonomik sarsıntıyı karşılayacak -ekonomik ve sosyal- bir birikimin son on yılda yaratılamadığının, tam tersine Türkiye ekonomisinin daha eşitsiz ve kırılgan hale getirildiğinin açık kanıtı. “Ekonominin büyüyüp geliştiği, dahası tüm toplumun bu durumdan yararlanmakta olduğu” tam bir safsata. Ülke kaynaklarını kamusal ihtiyaçlar doğrultusunda ve ortak geleceğe yönelik, planlı ve yığınların denetimine açık bir mantıkla kullanmak yerine yağmacı bir zihniyetle burjuvaziye peşkeş çeken AKP yönetimi, şimdi daha önce hiç karşılaşmadığı kadar keskin bir virajla yüzleşiyor.

Ekonomik, toplumsal, siyasal alanda pek çok mekanizmanın çalışmaz hale geldiği, burjuva güçler arasında çatışma ve uzlaşma arayışlarıyla belirlenecek bir yeniden dizayn arayışı sürecinden geçiyoruz.

Toplumsal muhalefet ve sınıf mücadelesinin yükselen gerilimleri, Kürt sorununu savsaklama politikası, dış politikadaki hezimet, yönetilemez hale gelen yoksulluk, sürdürülemez büyüme gibi sorunlar aynı anda birçok alanda sıkışma dinamiği yaratabilir. Erdoğan’ın Çankaya’ya çıkmış olması dahası beceriksiz dış politika stratejilerini “derinlik” diye yutturmaya çalışan Davutoğlu’nun gölge başbakan olarak atanması, böyle bir patlamalı sürecin alametlerini taşıyor. Şimdi temel görev her alanda sınıf mücadelesini yükseltmek, işçi sınıfını bağımsız ve belirleyici bir siyasi aktör haline getirecek araçlar yaratmak ve bugünden olası alt üst oluş koşullarına tahkimat yapmak!

İDP Girişimi olarak başından beri sosyalist güçlerin büyük bir kesiminin, “gerçekçi” siyaset adına, mevcut baskı ve sömürü sisteminden kopuş temelinde ve işçi sınıfını odağına alan bir alternatifi öne çıkarmak yerine, mevcut sistemin çatlaklarına oynamaya dönük yaklaşımlarına yönelik uyarılarda bulunuyoruz. Zira, kötünün iyisine yönelik politik tercih ve işbirlikleri arayışları, bağımsız bir işçi emekçi programı yerine alternatif kimliklerin harmanlandığı reformist proje anlayışları, ne yazık ki bir işçi-emekçi alternatifinin yaratılmasını sürekli ötelemekten başka bir anlam taşımıyor.

İDP Girişimi olarak somut bir mücadele programı önerimiz var:

Yaklaşan ekonomik kriz karşısında dış borçların ödenmesinin reddedilmesini, bankaların işçi denetiminde tazminatsız kamulaştırılmasını ve işten çıkarmaların yasaklanmasını savunan; siyasal demokrasinin tesisi doğrultusunda kurucu meclis şiarını öne çıkaran, emekçilerin ve ezilenlerin siyaset sahnesine çıkmasını, kendi kaderlerini kendilerinin tayin etmesini sağlayacak bir işçi-emekçi ittifakını inşa etmeyi öneriyoruz.

Yorumlar kapalıdır.