SYRIZA umut olabilir mi?

Beklenen oldu ve SYRIZA iktidarda. İki milletvekili ile tek başına iktidarı kaçıran parti, Bağımsız Helenler Partisi (ANEL) ile koalisyon hükümeti kuracak. SYRIZA ve benzeri partilerin neoliberal kemer sıkma ve sömürü politikalarının en çok ve vahşice uygulanan Güney Avrupa ülkelerinde güçlenmesi tesadüf değil. Peki bu partiler Avrupa emekçilerinin radikal değişim talebini ne kadar gerçekleştirebilir?

Büyük 2008 ekonomik krizinin başladığı günden bu yana Avrupa’da sınıf mücadelesinin gözle görülür yükselmesi, beraberinde kitlesel grev ve eylemleri getirdi. Bunun sonucu olarak birçok iktidar değişikliği yaşandı. Hatta daha önce hiç yaşanmamış olan, oldu. 14 Kasım 2012’de tüm Avrupa’da genel greve gidildi. Merkez sağ partiler ile merkez sol partiler arasında yer değiştirmeler oldu, hatta teknokrat hükümetler işbaşına geldi. Bu döngü içinde neoliberal kapitalizmin hedefi en ufak bir değişikliğe uğramadan ilerledi. Gelen gideni aratır misali her gelen, bir öncekinin bıraktığı yerden kemerleri daha da sıktı hatta suyunu çıkardı. Avrupa finans kapitalinin içine girdiği bataklığın faturası Avrupa işçi sınıfına kesildi. Bu dar boğazdan çıkma isteği, işçi sınıfının “artık yeter!” demesinin bir sonucu olarak iktidara geldi SYRIZA. Bu yeni yol arayışlarının ve sınıf mücadelesinin yükselmesinin de bir göstergesi, bu açıdan çok önemli.

“Seçimler, gerçekliğin deforme olmuş halidir” der Moreno. Peki bu deforme olmuş resim bize, geleceğe dair neler söylüyor?

SYRIZA koalisyonunu oluşturan partilerin en büyüğü olan Synaspismos kendini demokratik sosyalist, avro-komünist, çevreci ve feminist olarak tanımlıyor. Başbakan Aleksis Çipras SYRIZA kurulmadan önce Synaspismos’un lideriydi. Koalisyonun diğer bileşenlerini, kendini Troçkist, Maoist, sol milliyetçi ve özgürlükçü sol olarak tarif eden geniş yelpazeli irili ufaklı birçok grup oluşturuyor.

SYRIZA’dan Podemos’a, Die Linke’den, Yeni Antikapitalist Parti (NPA)’ya kadar neoliberal saldırılara karşı muhalif toplumsal hareketlerin koalisyonlarından ve yeni örgütlenmelerinden oluşan bu ve buna benzer bir dizi partiyi şöyle tanımlamıştık; “….bu akımlar farklı noktalardan hareket etseler de ortaklaştıkları nokta, antikapitalist olmanın ölçütünün artık proletarya diktatörlüğü paradigması ve devrimci-reformist ayrımı temelinde ifade edilemeyeceği, dolayısıyla sol hareketin yeniden örgütlenmesinin neoliberalizme muhalif tüm toplumsal hareketlerin hedeflerine ve duyarlılıklarına dayandırılması zorunluluğu.” (Bknz.: Mesafe 3. sayı Leninist Parti: XXl. Yüzyılda Ortodoks Olmak) İşte sayıları gittikçe artan, SYRIZA’nın iktidarıyla daha da popülerlik kazanması muhtemel partilerin dayandıkları temel bu.

SYRIZA’nın sınırlılıkları

Antikapitalist olmadan antineoliberal olunabilir mi?

Bu sorunun cevabına gelmeden evvel borç meselesine değinelim. GSYİH’nin %175’i düzeyinde olan borçların yapılandırılması konusu bile Alman bankalarını tedirgin etmeye yetiyor. IMF başkanı Lagarde bugün yaptığı açıklamada; “Avro bölgesinin saygı duyulması gereken kuralları var. Herhangi bir ülke için özel kategoriler getiremeyiz. Sorun kemer sıkma politiklarında değil. Reformların uygulanmasında” diyerek tehditlere başladı.

Dış borç meselesini kapitalizm sınırlılıkları içinde çözemezsiniz. Dış borç uluslararası kapitalizmin ayrılmaz bir parçasıdır. Finans kapital kredi mekanizmasının yarattığı borç sarmalı çevresinde döner. Dünyanın en gelişmiş kapitalist ülkelerinin dahi borç sorunlarıyla yüzleşebildiğine tanıklık ediyoruz. Örneğin ABD’nin 16 trilyon dolardan fazla yani GSYİH’sinin %102’si düzeyinde borcu var.

Sistem içi kalarak refah devleti dönemine dönme vaadi ile borçları yeniden yapılandırmak, hızlı trenle ilerleyen neoliberalizmin kömür taşıyan yük trenlerine binmesine benziyor. Oysa devrimci Marksistlerin görevi, rayları parçalamaktır. Tüm bankaları tek çatı altında toplayarak kamulaştırıp önceki hükümetlerin ödemeyi taahhüt ettiği dış borçları yırtıp atmadan, “artık Yunansitan işçi sınıfının Alman ve Fransız bankalarına verecek bir tek kuruşu bile yoktur” demeden, ülkedeki kilit sektörlerin kamulaştırılmasını önüne koymadan ne kadar “radikal sol” olunabilir? Bizzat bu köleci koşulların uygulayıcısı olan Avrupa Birliği’nden çıkmadan, burjuvazinin o sahte demokrasisi yerine işçi demokrasisini koymadan ne kadar demokrat olunabilir?

Kapitalizmin sınırlılıkları SYRIZA’nın da sınırını belirliyor. Antikapitalist olmadan antineoliberal olmak, bunu yaparken de miadını çoktan doldurmuş, Keynesçiliğe sarılmak… Fiasko oranı %100.

Sosyal devlet, 2. Dünya Savaşı sonrası Stalinist bürokrasi ve ABD eliyle Avrupa’nın sermaye birikiminin artırılması amacının zorunlu bir yoluydu. Yöntemi ise 1929 buhranına bir tepki olarak doğan Keynesçilikti. Sosyal devlet o dönemde genel bir eğilimken artık kapitalizmle bağdaşmayan hatta sistemin yaşaması için yok edilen mazide kalmış bir şey haline geldi. Yunanistan gibi derin bir ekonomik bunalım içerisindeki bir ülke, sosyal devletin yeniden kurulması için gerekli sermaye birikiminden ve iktisadi temelden de yoksun durumda.

Pandoranın kutusunda ne var?

Var olan tablo sınıf mücadelesinin yükseldiğini ve daha da yükseleceğini gösteriyor. Eski kalıplaşmış partilerin yerini radikal söylemli partiler alacak. Bu sadece güney değil kuzey Avrupa için de geçerli.

İspanya’da bu yıl yapılacak genel seçimlerin favorisi olan, Öfkeliler hareketinden doğan Podemos Partisi iktidara geldiği takdirde SYRIZA ve benzeri partilerin etki alanı çok daha fazla genişleyecektir. Fakat bu partiler söylemlerindeki “radikalizmi” ve vaat ettikleri umudu kitlelere veremezlerse o zaman pandoranın kutusunda işçi sınıfı için karanlık bir gelecek var demektir. Halihazırda seçimlerden 3. parti olarak çıkan neo-nazi Altın Şafak giderek güçlenecek. Bu sefer bunun da etkisi tüm Avrupa’da olumsuz anlamda hissedilecektir.

Yunanistan’da askeri bir darbe ihtimali, Altın Şafak’ın iktidara gelme ihtimali gibi masada duran bir seçenek olabilir. Yunanistan gibi emperyalizmin en zayıf halkasında neo-nazilerin iktidara gelmesindense askeri darbe seçeneği emperyalizm açısından çok daha az maliyetli olur. Elbette ki darbe sadece neo-nazilerin güçlenmesiyle değil işçi sınıfının daha radikalleşmesi ve önüne mülkiyet sorununu koyması durumunda kullanılacak bir araç olarak da masada duruyor.

Devrimci Marksistler ne yapmalı, nasıl bakmalı?

Tabanı işçilerden oluşan bir parti iktidarda. İşsizlere ve yoksullara söylemde umut vaat ediyor.

Yapılması gereken tek bir şey var. İşçi sınıfının politik örgütlenmesine devrimci bir geçiş programıyla katılarak katkıda bulunmak. SYRIZA’yı zorlamak. Borçların ödenmeye devam ettiği görüldü taktirde, “dış borç ödemelerine hayır” ve “üretimin işçilerce denetimi” eylemlilikleri düzenlemek. Troçki bu taktiği Nisan ’38 tartışmalarında şöyle açıklıyor: “Biz, reformist bir işçi partisinin yaratılmasından mı yanayız? Hayır. Sendikalara güçler dengesinde ağırlıklarını koyma olanağı yaratabilecek bir politikadan mı yanayız? Evet.

Bu reformist bir parti olabilir (gelişmelere bağlı). Burada işin içine program sorunu giriyor. Tekrar altını çiziyorum bir geçiş talepleri programımızın olması gerekir. Bu taleplerin tamamlanmış biçimi bir işçi-köylü hükümetidir. Biz partiden yanayız, devlet iktidarını alacak emekçi kitlelerin bağımsız partisinden yana.”

Önümüzdeki bir ay çok önemli, dikkatle izleyeceğiz. İlk borç taksidi geldiğinde Syriza’nın tutumu her şeyi netleştirecektir.

Emperyalist kapitalizmin devrim ve savaş çağında sosyalizm ertelenemez. Artık, hiçbir aşamadan geçmeden gerçekleştirilmesi zaruri bir görev olarak önümüzde duruyor. Devrim hiç de uzaklarda, ulaşılamaz noktalarda değil.

Podemos ve SYRIZA gibi reformist önderlikleri sola doğru zorlamak ve mücadeleleri birleşik kılma yönünde kendi devrimci programımızı seferberliklerin içinde uygulamak ve bunu enternasyonalizmden kopmadan yapmak. Politik hattımız bu olmalı.

Yorumlar kapalıdır.