Dağlıca ve Erdoğan: Ya bendensin, ya da…

PKK’nin Dağlıca’daki mayınlı saldırısı zaten yeterince gergin olan politik atmosfere iki temel değişikliği daha eklemiş oldu. Bir yandan PKK bugüne değin deneyimli kadroları ile saldırıya geçmezken önce Dağlıca sonra da Iğdır saldırılarıyla güç gösterisi sahnesine açıkça girdi. İkinci değişiklik ise sokak saldırılarının başlaması oldu. Dağlıca’dan bu yana Hürriyet gazetesi iki kez basılırken, HDP’ye yönelik yüzlerce saldırı gerçekleşti. OHAL uygulamasının ve sivil ölümlerinin sonuçları yeterince ağır değilmiş gibi şimdi de Türkiye işçi sınıfı, yoksul kitleler ve Kürt halkı ikili bir cendere içerisine, hem de olabildiğine kanlı bir biçimde sıkıştırılmış oldu.

OHAL ya da cenazeler buzdolaplarında saklanırken

Artık herkesin malumu… Başkanlık hırsı adına bir dönemlik çatışma kozunu kullanan Erdoğan ve AKP yönetimi ölümlerin birinci dereceden siyasi sorumlusudur. Öyle ki, “teröre yönelik” olduğu söylenen müdahalelerde, devlet kaynaklarının dahi doğrulamak zorunda kaldığı, yoğun sivil ölümleriyle karşı karşıya kaldık. Bunun yanı sıra OHAL’in ilan edildiği bölgelerde ise günlük yaşam, savaş koşulları içerisinde nasıl sürebilirse ancak öyle sürüyor. Çocuk cenazelerinin definleri dahi sokağa çıkma yasaklarından ötürü imkânsız hale geliyor.

Saldırının diğer boyutu Batı illerinde de yaşanmaya başladı. Anlaşılan o ki, Erdoğan’ın ihtiyaç duyduğu çatışma ruh halinin, tam bir çatışma ortamına dönmesi dahi, yeterli bulunmamış. AKP yönetimi kendisine yeterince destek vermeyecek herkesi karşısına almak hususunda öylesine kararlı ki, “Fethullah Terör Örgütü-HDP-Aydın Doğan” üçlemesi içerisinde mümkün olan en geniş cepheyi atış menzilinde tutuyor. Bu doğrultuda Hürriyet Gazetesi baskını ile sokaktaki AK-çete hareketi görünür hale geldi bile. Ancak oynadıkları ateş ve ülkenin dengeleri öylesine hassas ki, sokak eylemliliklerinin kontrolünü de her an ellerinden kaçırabilecek durumdalar. Çünkü anlaşılan o ki, bunca sokak eylemliliğini yapabilecek güce de sahip değiller. Bu yüzden saldırıların baş aktörlüğünü yine MHP ve BBP’nin sivil faşist çeteleri üstleniyor. Bu da Erdoğan için durumun kontrolden çıkması ihtimalini iyiden iyiye gözler önüne seriyor.

Çiller’in 90’larda “Terör ya bitecek, ya bitecektir” diye meşhur bir açıklaması vardı. Erdoğan ise bu konuda daha temkinli. Onun açıklaması şu şekilde, “Ya silah bırak, ya da sonuçlarına katlan.” Yani Erdoğan için savaş “terörü yok etme savaşı” değil. Attığı tüm adımlar yalnızca kendi başkanlığının engellenmemesi üzerine dayandırılmış durumda. Bunun bilançosunu ise, öncelikle Kürtler yaşıyordu. Şimdi ise geçicileştirilmeye çabalanan bu “iç savaşın ruh hali” Batı’ya da sindi. Yalnızca Kürt illerine giden otobüslerin taşlanması, Kürde benziyor diye sokaktaki insanların saldırıya maruz kalması, mevsimlik tarım işçilerinin ve inşaatlardaki Kürt emekçilerinin yaşam güvenlerinin kalmaması dahi yeterli örnekleri oluştururken, sokağa yönelen faşist hezeyanın kendisini bununla sınırlandırmayacağı, karşılaşması halinde “kendisinden olmayan” herkese şiddet kusacağını görmek çok da zor değil. Bu kontrolden çıkma potansiyeline rağmen, AKP ve Erdoğan tarafından normalleşme yönünde hiçbir geri adımın atılmamasına “insan gerçekten hayret ediyor”. Tekrarlamakta fayda var; mevcut çete saldırılarının, Kürtlere olduğu kadar, Alevilere, sosyalistlere, sendikalara, görüntüleriyle bunlara benzeyenlere ve nihayetinde kendilerinden olmayan herkese yönelebilme potansiyeli taşıdığı açıkça ortada. Buna karşı Erdoğan ve AKP yönetiminin anlık Türkiye politikası şu şekilde özetlenebilir: “Ya benimsin, ya kara toprağın!”

PKK tek taraflı ateşkes ilan etmelidir

Daha öncesinde açıkça, “PKK tek taraflı ateşkes ilan etmeli, Erdoğan-AKP dışında kimsenin çıkarına olmayan bu çatışmanın tarafı olmaya son vermelidir. Gün batıda ve doğuda, Kürt, Türk, Arap, Ermeni tüm işçi ve emekçileri birleştirmenin günüdür!” diyerek PKK’ye tek taraflı ateşkes ilan etme çağrısında bulunmuştuk. Dağlıca ile birlikte PKK’nin sahneye girişi Türkiye’de yaşayan işçi ve emekçilerin mücadelesine zarar verdiği gibi Erdoğan’ın istediği güçlü pozisyonu da yaratarak sokak kartını kullanılabilir hale getirmiştir. PKK’nin sahneye çıkışı, esasında TSK’ya karşı bir güç gösterisi olarak okunabilir. PKK’nin mesajı şöyle değerlendirilebilir: TSK bu savaşı kazanamaz ve bölgede dilediği şekilde, zırhlı aracıyla da olsa, rahatça gezinemez! Pekiyi, bu tavrın PKK dışında kime ne faydası vardır? Bu durumun yoksul Kürt halkına ve de Türkiye işçi sınıfı mücadelesine ne gibi bir katkısı vardır? Açık söyleyelim, katkısı olmadığı gibi zarar da vermektedir. Bu sebeple PKK ateşkes ilan etmediği koşullarda Türkiye’de birleşik bir mücadelenin önündeki ciddi engellerden birini oluşturmaktadır. Bunu bir kenara bıraksak dahi, PKK’nin kendi gücünü ispatlaması OHAL bölgesinde yaşayan, en hayati ihtiyaçlarını dahi karşılayamayan Kürt kitlelerinin de çıkarına değildir. Çözüm PKK’nin derhal tek taraflı ateşkes ilan etmesiyle açığa çıkacak birleşik seferberlik dinamiklerindedir. Hiç kuşkusuz askeri ve siyasi saldırı ve operasyonlar da derhal durmalıdır. OHAL uygulamalarına derhal son verilmelidir. Gazetelere, başta HDP olmak üzere siyasi partilere, etnik kimlikleri gerekçe gösterilerek kişilere ve işyerlerine yönelik saldırılar etkin ve caydırıcı bir şekilde engellenmelidir, sorumluları derhal yargı önüne çıkarılmalıdır. Kimler tarafından yönlendirildiği açık olan ırkçı faşist çeteler derhal sokaktan çekilmelidir.

Kontrolden çıkma ihtimalleri

Her geçen gün, tarafların kontrolü yitirmesi sonucunu doğuracak dinamikleri biraz daha olgunlaştırmaktadır. AKP’nin ciddi şekilde yalnızlaşan hali, ulusal ve uluslararası rejim dinamikleri ve sermaye yapısı ile birlikte düşünüldüğünde orta vadede Erdoğan’ın bu süreçten avantajla çıkmayacağını göstermektedir. Ancak bunu unutup günlük siyasete gömülseler dahi ne AKP bugün sivil-çete saldırılarını uzun süre kontrol altında tutabilir (şimdiden kontrol edemediği plansız kimi saldırılar da yaşanmaktadır) ne de PKK kendi iradesinin dışındaki kalkışmaları sonsuza dek durdurabilir. Mevcut durum altında söz konusu dinamikler barış, adalet ve emek adına kimsenin işine yaramayacak bir tabloyu yaratma potansiyeline sahiptir.

Bursa ve Boydak’taki ani patlamaları aklımızdan çıkarmayalım. Şu anda işçi sınıfının sahneye girişi tüm dengeleri değiştirip gerçek ve güvenilir bir barışın garantörü olma görevini emin ellere teslim edebilir. Sürdürülemez çatışma/savaş halinden çıkışın ve güvenilir ve kalıcı bir barışın garantörü yine sınıf güçlerinin birleştirici seferberliği olabilir.

Bunun için de Kasım ayında gerçekleşecek seçimlere dair, barajın kaldırılması ile birlikte yoksulluk sorunun çözülmesi ve de kaderini tayin hakkı dâhil tüm demokratik hakların garantiye alınmasını sağlayacak bir anayasayı oluşturmak üzere bir kurucu meclisin toplanması belirsizliği sonlandıracak en birleştirici seçenek olarak önümüzde durmaktadır.

Yorumlar kapalıdır.