Suriye Üzerindeki Şeytan Üçgeni: ABD-Rusya-Türkiye

Suriye üzerinde operasyonlarına devam eden karşıdevrim cephesi içindeki ayrılıklar, Türkiye’nin Rus SU-24 bombardıman uçağını düşürmesiyle birlikte savaş esintilerinin hissedildiği kritik bir aşamaya girdi. Bu ayrılıklar daha Suriye devriminin patlak verdiği andan beri vardı. Rusya, kendisinin Akdeniz’e açılmasını olanaklı kılan Esad diktatörlüğünü ayakta tutmaya çalışırken, ABD emperyalizmi bölge egemenliğini sağlayacak olan (Bonapartist rejimin başlıca kurumlarını koruyarak) yeni bir yönetimin kurulması için uğraşıyordu. Lübnan Hizbullahı’nın tüm çabasına karşın Şam’daki yönetimin sallanmaya başladığı bir anda Rusya’nın askeri müdahalelerle Esad’ın yardımına koşması, ayrılıkların derinleşmesinin ilk adımı oldu. Ama IŞİD’in Paris’te gerçekleştirdiği vahşi saldırı sonrasında Fransa devlet başkanı Hollande’ın “İslami teröre karşı uluslararası cephe” kurulmasına yönelik girişimleri, gerginliğin askeri bir boyut kazanmasının zeminini hazırladı.

Kendi ülkesindeki siyasi güvenilirliği ciddi bir biçimde sorgulanan ve gerek muhafazakâr parti (Sarkozy) gerekse aşırı sağ (Le Pen) karşısında gerileyen “sosyalist” Hollande için Paris saldırısı, Fransız milliyetçiliğini kendi etrafında toplamak ve “dünya lideri” olarak kitlelerin nezdinde saygınlık kazanabilmek için iyi bir fırsat oluşturdu. Hollande, Batı dünyasında doğan Fransa ile dayanışma duyarlılığından yararlanarak Putin ve Obama’nın da içinde olacağı bir “dünya koalisyonu” için girişimlerde bulunmaya başladı. Merkel ile birlikte diğer Avrupa Birliği ülkelerinin desteklediği bu girişimin, İslamcı cihatçıların neden olabildiği barbarlıklar karşısında sarsılan dünya (özellikle de Batı) kamuoyunca olumlu karşılanması bekleniyordu.

Görünürde Rusya da Fransa’nın bu girişimine olumlu yaklaşıyordu. Ama sorun, IŞİD yok edildikten sonra Suriye’de “barışın” nasıl tesis edileceği noktasında düğümleniyordu. Sorun belki de 6 ve 18 aylık geçiş dönemleri çerçevesinde çözülebilir, Esad’ın politik kaderi bu dönemlerden sonra kurulacak hükümete ya da seçimlere bırakılabilirdi. Ama şahsen Esad olmasa bile, onun kaderini Rusya’nın etkisine ve yardımına bağlayan partisinin yeni kurulacak hükümette belirleyici güç olması Rusya’nın kırmızı çizgisini oluşturuyordu. Bu nedenle de Rus jetleri sadece IŞİD mevzilerini değil, hatta ondan çok İslamcı ya da laik tüm Esad karşıtı güçleri bombalamaya yöneltilmişti. Sorunu sadece Esad’sız bir yeni yönetim çözümüne bağlayan Fransa ve AB için, bu güçlüğün aşılmasında Rusya ile anlaşılabileceği, hatta anlaşılması gerektiği fikri ağırlık kazanmaya başlamıştı. Ama ne ABD ne de Türkiye ve Suudi Arabistan öyle düşünüyorlardı.

Rusya’nın, uçağının Türkiye, ABD ve Suudi Arabistan’ın koordinasyonu ve yardımlaşmaları sonucunda bilinçli bir provokasyon olarak düşürüldüğü yolundaki iddialarının ne denli maddi gerçekliğe tekabül ettiğini bilemeyiz. Ama bu iddia Suriye devrimi üzerinde emperyalistlerin ve egemen güçlerin geliştirdikleri politik çerçeveye uyuyor. Bu ülkeler, iplerini ellerinden kaçırdıkları IŞİD’e karşı olmakla birlikte Esad karşıtı El Nusra benzeri tüm cihatçılara yardımlarını esirgemiyorlar. Şam’daki Esad yönetiminin yıkılması ve rejimin Sünni ağırlıklı kesimin eline geçmesi başlıca hedefleri. Bu nedenle de sadece Rusya’nın müdahalesine karşı olmakla kalmayıp, Hollande’ın uzlaşmacı “dünya koalisyonuna” da muhalif tutum alıyorlar. Bu anlamda Rus uçağının düşürülmesi, Rusya’ya gönderilen bir uyarının ötesinde, Rusya-AB yakınlaşmasının da altına konan bir dinamit oldu.

Karşıdevrim kampı içindeki bu çelişkilerin geldiği şimdiki tehlikeli durum Türkiye açışından nelere gebe? Türk hükümetinin, SU-24’ü düşürdükten sonra derhal NATO daimi komitesini toplantıya çağırması, Rusya ile doğabilecek askeri anlaşmazlıklardan ne denli korktuğunun belirtisi. Kuşkusuz Ankara, tüm milliyetçi böbürlenmelerine rağmen, böyle bir çatışmayı göze alamaz. Bunun önlenebilmesi NATO’nun ağırlığını Türkiye’nin yanında hissettirmesiyle olanaklı. Nitekim Obama’nın yanı sıra NATO genel sekreteri ve diğer AB ülkeleri Türkiye’nin sınırlarını koruma hakkına sahip olduğunu duyurdular. Ama asıl dikkati çeken, genel sekreterin ve AB’li liderlerin aynı zamanda “taraflara itidal ve diyalog” tavsiye etmeleri oldu. Bu tavsiye kuşkusuz Türkiye’ye de yönelikti. “Terör” tehdidiyle kroki halde olan ve kapılarına akın eden on binlerce sığınmacı karşısında ne yapacaklarını şaşıran AB ülkeleri, bu sorunların ana kaynağı olarak gördükleri Suriye iç savaşının bir an önce sona ermesini istiyorlar. Bu anlamda cihatçı akımların tasfiye edilmesinin yanı sıra, bir süreliğine de olsa Esad’lı bir “barışa” bile hazır görünüyorlar. Rusya ile olan çelişkilerinin Ukrayna’dan sonra Ortadoğu’ya taşınmasına, hatta bunun askeri bir nitelik kazanmasına hiç istekli değiller. Bu açıdan AKP hükümeti, eğer maceracı politikalarını sürdürmekte ısrar ederse bunu sadece ABD’nin desteğiyle yapmak zorunda kalacaktır; üstelik Washington ile Suriyeli Kürtler ve YPG konularında da aynı noktada durmuyor. Erdoğan bu durumu da belki “değerli yalnızlık” olarak tanımlayacaktır.

Çatışmanın ekonomik yanına gelince: Türkiye’nin, doğal gazının %55’ini temin ettiği, tekstil ihracatının %20’sinden fazlasını gönderdiği, önemli inşaat ve altyapı yatırımlarının, bankalarının, şirketlerinin vb. bulunduğu bir ülkeyle hele askeri alanda didişmesi olanaklı değil (tabii, tüm çabalarının karşılığı olarak ABD’den ve Suudi Arabistan’dan –pek olanaklı görünmese de- dolgun bir ödün almazsa). Öte yandan, AKP’ye yakınlığıyla bilinen işadamları örgütü MÜSİAD’ın uçak düşürme olayının hemen ardından 26 Kasım’da yayımladığı ve hükümetten “Barış” isteyen “beklentiler deklarasyonu”, burjuvazinin ülkenin iç ve dış çatışmalı konjonktüründen duyduğu rahatsızlığın açık ifadesi oldu. Ve ertesi gün Tayyip Erdoğan’ın, 30 Kasım’da Paris’te toplanacak olan Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı’nda Putin’den görüşme talebinde bulunması, Ankara’nın tüm efelenmelerine karşın Rusya ile “dostluğunu” korumaya çalıştığına işaret ediyordu.

Ama, her geçen gün Bonapartist niteliğini biraz daha fazla açığa vuran Türkiye’deki rejim, benzeri her yönetimin yaptığı gibi kendine düşmanlar ilan etmeden ayakta duramaz. Türkiye’de kitlesel halde HDP’ye oy veren ve Suriye’nin kuzeyinde kendi bölge yönetimlerini kurmak doğrultusunda önemli adımlar atan Kürt halkı halen rejimin baş düşmanı olmaya devam ediyor. Şimdi ise yenileceğini bile bile Rusya ile girdiği bilek güreşi milliyetçi duyguları kabartma ve bu histerinin etrafında yeni eşkıyalar örgütleyebilmek için rejime taze bir fırsat sunuyor. Erdoğan’ın çevresinde kümelenmiş olan Bonapartist rejim unsurları, iktidarlarını sürdürebilmek için her an her türlü maceraya atılabileceklerini ve bunların faturasını emekçi yığınlara ödetebileceklerini defalarca göstermişlerdir. Bu durum, rejimin ayakları altında ezilen kitlelerin önüne önemli görevler koyuyor: ABD’nin, Rusya’nın, Fransa’nın ve diğer tüm ülkelerin Suriye üzerindeki bombardımanları, müdahaleleri derhal durdurulmalıdır… Türk hükümeti Türkiyeli ve Suriyeli Kürt halkı ve YPG üzerindeki baskı ve tehditlerine derhal son vermeli… Ankara rejimi Suriye’deki İslamcı-cihatçı örgütleri desteklemekten vaz geçmeli… Suriye’ye barış ancak Suriyeli emekçi halkların Esad’a karşı verdiği mücadeleyle gelecektir… Tüm gücümüzle bu mücadeleyi desteklemeliyiz!

Yorumlar kapalıdır.