Dış politikada maceracılığa, Kürt illerinde askeri operasyonlara, işsizlik ve yoksulluğu derinleştiren neoliberal politikalara derhal son verilsin!
89 günlük bir bebeğin gözünün hemen altından vurularak öldürülmesi, onu almaya giden dedesinin keskin nişancılarca katledilmesi ve buna benzer yüzlerce acı haber hangi işçinin çıkarına olabilir? Yaşanan dram öyle bir boyutta ki pek çok kimsenin dediği gibi sözün bittiği yerdeyiz. Öyle ki, acımızı anlatmak için gazetemizde bu ay hiçbir yazı yayınlamayıp yalnızca yok yere öldürülen masum ve yoksul kardeşlerimizin fotoğraflarını koysaydık, bildiğimiz tüm kelimelerden daha açıklayıcı olabilirdik.Bizler işçiyiz. Anne-baba, eş ve çocuk olmadıkça bir yakınımızın cenazesine katılmanın ne kadar zor olduğunu, ölüm izninin -o da alabilirsek- ancak bir gün olduğunu ve hiçbir acının bir günde tükenmediğini biliyoruz. Yani bu ülkede acının nasıl yaşandığını biliyoruz. Yas tutamıyoruz.
Neden? Çünkü…
Kriz karşısında patronlar bizlere acımızı dahi yaşama şansı vermiyor. Asgari ücret arttırılacak denirken kaynak olarak maaşlarımızdan kesilerek biriktirilen işsizlik sigortası fonu kullanılıyor. 2016’ya giriş sırasında bizler televizyonumuzun başında “Yeni yıla her yıl olduğu gibi bu yıl da ilk giren ülke Yeni Zelanda oldu” haberini izlerken, egemenler adet olduğu üzere zam uygulamalarını geçiriverdiler.
Kıdem tazminatı fonu ve yeni sendikal engeller de önümüzdeki dönemde gündem olmayı sürdürecek. Hayat pahalılığı gibi sorunlara karşı örgütlenme hakkımızı daha da kısıtlamak için ellerinden geleni yapıyorlar ve yapacaklar. Bugün Kürt şehirlerini Saraybosna’ya çevirmeyi göze alan ve tüm ölümlerin sorumluluğunu taşıyan hükümet, bu baskı araçlarını adım adım biz işçi ve emekçiler üzerinde de kullanabileceğini açık açık ortaya koyuyor. Unutmayalım, kendileri Soma’da madenci yakınını tekmeleyen Yusuf Yerkel için “Tekmelerine sağlık!” diyen azılı bir işçi düşmanının cenazesinde topyekûn bulunarak bu kararlılıklarını yakın zamanda yine göstermişlerdi.
Hayatın tüm değerlerini yaratıyoruz. Ama bu zenginliğe yalnızca bir avuç insan sahip olabiliyor. Yaşamı var eden yollarda, hastanelerde, okullarda biz çalışırken, savaşlarda ölenler de biz oluyoruz. İşçi ve emekçiler adına biraz olsun rahatlayacağımız bir döneme girmiyoruz! O halde, acımız ne kadar derin olursa olsun her zamankinden çok okumalı, yazmalı ve patronların bizler için neler tasarladığını anlamalıyız. Nasıl ki maaş günümüzde hesabımıza bakıp maaşımız doğru yatmış mı diye kontrol ediyor ya da bize hukuksuzca elden verilen parayı tamam mı diye sayıyorsak şu hassas zamanlarda da aynı dikkati göstermeliyiz. Kandırılmamak için özen ve dikkatle olan bitene yaklaşmak zorundayız.
Neler oluyor?
Acımız içimizde dururken, düşünen her işçinin aklında şu üç soru dolaşıyor: Hükümet ne yapıyor? HDP ve PKK’nin tavrı ne anlama geliyor? Peki ya işçiden yana bir çözüm oluşabilir mi?
Öncelikle vahşi sokağa çıkma yasakları sürecinde yakınlarını kaybetmiş, yahut hiç tanımadığı insanların ölümlerinin haberini alınca üzülmüş olan tüm işçilere başsağlığı diliyoruz. Suruç, Ankara, Tahir Elçi ve sokağa çıkma yasakları… Önce gideni ve gelmekte olanı anlamak, sonra da onurlu bir gelecek kurabilmek için şimdi her işçinin aklındaki bu üç soruya geri dönüyoruz.
Hükümetin dış politikası
Geçtiğimiz bir ay içerisinde dış politikada hükümet oldukça zorlu zamanlar yaşadı. Öyle ki, açık bir cephe savaşına girilmeksizin bir ay içerisinde bu kadar rezilliği yaşamak az sayıda hükümetin harcı olabilir.
Öncelikle bölgeye müdahil olmak için Irak’a gönderilen askerler orada kalacak denilmesine rağmen, Başika’dan geri çekildi. İsrail ile yüz kızartıcı bir anlaşmaya oturuldu. Hükümetin Suriye politikası, sadece Ortadoğu’da değil, Balkanlarda bile sonuçlar doğurmaya başladı. Başbakanın Sırbistan ziyareti sırasında dünyanın sekseninci en büyük ekonomisine sahip olan Sırbistan’ın Rus uçağı meselesinden ötürü Türkiye’yi azarlamasından bir hayli korkuldu. Sırbistan’ın diplomatik eleştirileri havuz medyasında hasıraltı edildi. Derken kırmızı çizgi olarak ilan edilen Fırat’ın batısına başını YPG’nin çektiği Suriye Demokratik Güçleri tarafından geçildi. Erdoğan ve Davutoğlu’nun bu gelişmeye karşı tepkisi ise ölü taklidi yapmak oldu ve “YPG’nin bölgeye girdiğine dair bir istihbaratın kendilerine gelmediğini” ifade ettiler. Ancak Cerablus’un ele geçirilmesi ve Türkiye’nin Suriye politikasına müdahale alanının neredeyse tamamen kapanması öylesine ciddi bir ihtimal ki, hükümet buna karşılık alternatifleri aramaya koyuldu. Kırmızı çizginin çoktan aşıldığı anda Suudi Arabistan’da İslam İttifakı’na ideolojik destek sunulacağı ifade edilirken, ziyarette bir sürpriz oldu. Erdoğan normalde gündemde olmamasına rağmen askeri destek sözünü de Suudilere verdi. Ancak bu birliğin de Türkiye’nin müdahaleci politikaları için ne derecede imkan sunacağı başka bir soru. Zira Suudilerle Suriye politikasında bir anlaşma söz konusu olsa da, Suudilerin Mısır darbe hükümetini desteklediğini ve Türkiye’nin de bu İslam ittifakına ezeli düşmanı Sisi ile birlikte gireceğini düşünecek olursak, dış politikada ne denli ciddi yenilgiler silsilesi yaşandığını görebiliriz. Erdoğan’ın simgesi haline gelen Rabia işaretini bu ittifak içerisinde kullanamayacak olması bile bir işçi için yeterince açıklayıcı olabilir.
Tüm bu dış politika bocalamaları bizlere şunu gösteriyor, bundan beş yıl öncesinde tüm Kuzey Afrika ve Orta Doğu’ya model olmaya çabalayan Türkiye, şu anda kendi sınırının ötesindeki değişikliklere karşılık ancak Suudiler ve Katar ile ittifak yaparak karşılık verebiliyor. Bu adımların tamamını da ülke içerisindeki işçi düşmanı politikalarını daimi kılmak, yani ayakta kalmak için yapıyor.
Hükümetin iç politikası
Bugüne değin, müzakere süreci içerisinde Kürt hareketinin liderliğini parçalayıp seferberliğini sonlandırmak amacı güden AKP, çoğunlukla müzakerelerde hamle üstünlüğü sağlama, yahut hasmını masaya kolu kanadı kırık oturtma peşindeydi. Ancak bu süreç içerisinde HDP’nin barajı aşacak oy potansiyeline ulaşması ve 7 Haziran yenilgisi dengeleri değiştirdi. Kürt siyasi liderliğinin daha da güçlenmesinin karşısında hükümet stratejisinde köklü bir değişikliğe gitti. Hükümet ne kadar sürdürülebilir olduğundan bağımsız olarak, askeri yöntemleri tüm gücü ile kullanarak, Kürt kitlelerini yıldırmaya ve de önderliğini parçalamaya çabalama. Bu süreç sonunda da müzakereyi yeni ve daha güçsüz muhataplarla sürdürmek istemekte.
Hükümetin Kürt politikasındaki bu köklü değişiklik yalnızca tarihsel bir Kürt korkusu ve nefretinden ibaret değil. Artık rıza üretmekten bir hayli uzaklaşmış durumdaki Saray’ın ayakta durması anayasanın değişmesi ve başkanlık sistemine geçmek ile mümkün görünmekte. Bu yüzden saray ve hükümetin temel iç politikasını anayasa değişikliği ve başkanlık olarak özetleyebiliriz. Bu yolda baskı yöntemleri ile HDP ve MHP’nin oy kitlesinden parçalar koparma çabası sürdürülmekte.
Saray ve AKP’nin politikaları yoksulluğumuz ya da temel demokratik haklarımız gibi hiçbir ihtiyacımızı gündemine dahi almıyor. Daha önceki anayasa değişikliği referandumunda bir dizi demokratik dönüşümlere gittikleri yalanını ortaya koyarlarken şimdi bunu dahi yapmıyorlar. Kendi arayışlarını “daha verimli bir yönetim modeli” olarak tanımlıyorlar. Görünen o ki kitleleri kandıracak bir yalanı dahi bulmakta güçlük çekiyorlar.
Bu süreçte Kürt şehirlerindeki yoğun baskı, biz işçi emekçilerin üzerindeki baskı ile eşgüdümlü olarak ilerlemektedir. “Terör” adı altında sürdürülen bu saldırıların, hükümetin güç yitirmesi ya da başka bir gerilime ihtiyaç duyması halinde derhal işçilere yönlendirilmeyeceğinin de artık bir garantisi yok.
Şu anda barış ve müzakere stratejisinden vazgeçmiş olan hükümetin bir başka saldırısı da HDP’ye yönelik. Henüz parti kapatmanın yükünü taşıyabilecek bir halde olmamalarından ötürü yalnızca soruşturmalar ile HDP eşbaşkanları ve ileri gelen sözcülerini siyaset dışına itme çabası da işçi ve emekçilerin demokrasi mücadelesi adına son derecede olumsuz sonuçlar doğurabilir. Aynı gerekçelerle sınıf siyasetinin de baskılanıp geri itilmesi pekâlâ mümkün. Hedeflenen tüm muhalefetin sindirilmesidir.
Başkanlık sistemine geçmek gayesiyle takınılan bu saldırgan politikanın sonuçları ölümler ve nefretin körüklenmesinden başka bir şey değil. Bu yüzden Türkiye’deki tüm işçilerin hükümetin bu saldırılarının karşısında tutum alması, sokağa çıkma yasaklarının sonlandırılmasını talep ederek başkanlık sistemine karşı çıkması hayati bir öneme sahip.
HDP politikaları
7 Haziran sonrası hükümetin baskıları hayati bir sorunu gündeme getirdi. HDP barışın partisi olmak ve Türkiyelileşmek üzerinden kendisini dile getirirken, kendini birden bire barış sürecinin bittiği bir noktada buldu. Çatışma sürecinin yeniden başlaması HDP’nin varoluş sebebine ciddi bir darbe vurdu.
HDP bu sürece iki karşı hamle ile yanıt verdi. Birincisi dış ilişkiler kurmak, diğeri de iç politikada DTK kararlarını açıklamak oldu.
Avrupa’daki kimi temaslardan sonraki ilk ciddi görüşme ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Tony Blinken ile gerçekleşti. Daha öncesinde Kılıçdaroğlu’nun dahi koparamadığı görüşmenin ayrıntılarına vakıf olamasak da, iç politikadaki sıkışmışlığı HDP’nin bir tür dış basınç ve destekle aşmaya çabaladığını anlayabiliriz. Peki ama, ABD’nin Ortadoğu’daki herhangi bir halka nasıl bir faydası dokunabilir? Böylesi bir görüşmeden nasıl güvenilir bir sonuç beklenir?
HDP’nin ikinci dış politika atağı Rus dışişleri ile görüşmek oldu. Lavrov ile HDP’nin bu görüşmesi hakkında ne düşünebiliriz? Her ne kadar HDP çok öncesinden görüşmenin ayarlandığını ifade etse de, Rus uçağının düşürülmesinin ardından Putin ile temasa geçmenin işçi ve emekçiler için ne gibi sonuçları olabilir? Putin kimdir? Çeçenistan’ın üzerinden tanklarıyla geçen, en ufak bir muhalefeti acımasızca ezen bir rejimden, kendi baskıcı rejimine karşı destek aramak ne kadar akılcıdır?
DTK kararlarının yayımlanması ise HDP’nin hükümete içeriden verdiği bir karşılık oldu. 14 maddelik DTK Bildirgesi özü itibariyle geçmişte de dile getirilen özyönetimin yeniden ifadesi oldu. Ancak üç yıl öncesi ile bugün arasında ciddi bir farklılık söz konusu. Garo Paylan’ın mecliste referans gösterdiği üzere üç yıl önce Erdoğan dahi bu hususlara yakın bir söylem bildiriyordu. Ancak bugün koşullar tamamen değişmiş durumda.
HDP’nin iç politikaya dair tutumunun en somut özeti DTK’nın “Özyönetimlerle İlgili Siyasi Çözüm Deklarasyonu” oldu. Ancak bu deklarasyon, esası itibarı ile HDP’nin bugüne değin sürdürdüğü politikanın bir özeti idi. Deklarasyonun “sadece Kürt sorununun değil; siyasi, toplumsal ve idari birçok sorunun çözümüne kapı aralayacağına” inanıldığı ifade edilirken; gençler, halklar, inanç toplulukları, kadın, eğitim, dil-tarih-kültür, sağlık, yargı, doğa, ulaşım, asayiş ve vergilendirme gibi pek çok konunun demokratik özerklik modeli ile çözüme kavuşacağı ifade ediliyor.
Bu aralıkta söylemeden geçmeyelim. Bugüne değin demokratik özerklik yahut özyönetim modellerinin açıklandığı pek çok bildirgede, işçi sınıfının/emeğin taleplerinin gerilerde kalması zaman zaman HDP içerisinden dahi eleştirilirken, son bildirgede, en azından yoksulluk yahut ekonomiyle ilgili olarak dahi hiçbir talep yok! Bu da elbette ki bir anlam ifade ediyor: DTK’nın önerdiği özyönetim sistemi bir tür doğrudan demorkasiyi çağrıştırsa da maalesef ki işçilere bir çözüm ortaya koymak gibi bir dert taşımıyor. Öyle ki işçilerin lafını dahi etmiyor.
Türkiye’de yaşayan işçiler olarak, kendi özgürlüğümüz ve mücadelemizin güçlenebilmesi için Kürt halkına kendi kaderini tayin hakkı dahil tüm haklarının tanınması gerektiğini biliyoruz. Bu yüzden DTK bildirisine içerisinde işçiden yana bir talep olmamasına rağmen korkuyla bakmamamız gerektiğini anlamalıyız. Ancak, hükümetin kendi statejisini değiştirdiği, doğrudan doğruya tabana baskı uygulayıp siyasi liderliği parçalama niyetine girdiği şu günlerde DTK’nın bildirisi yeni olan hiçbir şeyi barındırmıyor. HDP, müzakere sürecinde ortaya koyduğu politikayı develtin tüm saldırısına rağmen tekrarlıyor. Bu ise hükümet stratejisini değiştirmişken, HDP’nin aynı araçları kullanmayı sürdürdüğünü gösteriyor.
Tüm bunlara rağmen HDP’nin kendi politikasından çok, hükümetin HDP’ye yönelik politikasını ezici ağırlıkta konuşmayı sürdüreceğimiz güneri yaşıyoruz. Çünkü, imha ve politik önderlikleri parçalama hayalleri kuran hükümet elindeki her kozla HDP’ye saldırıyor. Daha önce defalarca benzerlerini yayımladığı deklarasyonlar olmasına rağmen hükümet bugün bölücülükten bahsediyor. HDP eş başkanlarını ve önde gelen millet vekillerini soruştrmalarla yıpratarak siyaset yasakları kozlarını gündeme getiriyor. İşçi düşmanı hükümetin bu baskısına karşı bizlerin görevi HDP’nin ve HDP’li vekillerin yanında olmaktır.
PKK politikası
90’lı yıllardan farklı olarak PKK bugün halk desteğinin yanı sıra fazladan bir avantaja daha sahip. Kürt hareketi artık geçmişten farklı olarak Batı Kürdistan olarak adlandırılan bölgede bir toprak parçasını yönetir pozisyonda.
PKK’nin Türkiye politikaları ile bu süreç de birbiri ile bir hayli ilişkili. Artık söylenebilir ki, PKK’nin politikalarının merkezine Türkiye siyaseti değil, yönetmekte olduğu bölge hâkim haldedir. PKK için durum açık. Artık yönettiği bir bölgeye sahip olarak Türkiye karşısında yenilgiye uğraması söz konusu değil. PKK’nin devletin saldırılarına karşı hodri meydan deyişi de bu dinamikten kaynaklanmakta.
Ancak PKK’nin bu politikaları hem bölgede yaşayan Kürtler hem de tüm Türkiye sınıflar mücadelesi adına olumlu bir sonuç verememekte. PKK’nin bu süreçte özellikle Türkiyeli işçiler ile yoksul Kürtler arasındaki birliği bozabilecek eylemlerden kaçınması, elzem bir ihtiyacımız.
İşçilerden yana bir çözüm var mı?
Dış politikadaki hepimize etkisi olan tüm bu yenilgiler; Kürt sorununa dair baskı ile seferberliği kırıp önderliği parçalama stratejisi ve Kürt siyasetinin güne dair ve bütünlüklü yanıtlar üretememesi Türkiye sınıflar mücadelesinin gelişmesi önündeki zorlukları oluşturmakta.
İşçi ve emekçilerin tüm bu gelişmelerin karşısında gerçekçi bir önerisi olmalıdır. Kalıcı ve gerçekçi bir çözüm!Mademki, hükümet şu anda yeni bir anayasa istemekte ve mevcut yasalar da hâlihazırda bizlerin pek çok özlük haklarını da kullanılamaz hale getirmekte. O halde;
I) Dış politikada maceracı tavırlar geliştirmemizi engellemek,
II) Ezilen Kürt yığınlarına kaderini tayin hakkı dahil tüm demokratik haklarını tanımak ve bölgeye yönelik savaş politikalarına son vermek,
III) Yoksulluk sorunumuzu çözmek,
Hedefleriyle barajsız-engelsiz-yasaksız bir seçimin yapılması ile derhal bir kurucu meclis toplanmalı ve toplanan meclis yeni anayasayı bu üç acil ihtiyacımızı karşılamak üzerine hazırlamalıdır!
Hukukun ve demokrasinin kırıntılarının dahi her bir alanda askıya alındığı bir dönemde, bizce de yeni bir anayasa hazırlanmalıdır.Lakin Kurucu Meclis olmadan yeni bir anayasa olmaz! En doğru ve gerçekçi anayasa ise işçiden ve emekçiden yana bir kurucu meclis aracılığıyla hazırlanacak yeni bir anayasa olacaktır.
Yorumlar kapalıdır.