23 Haziran’da Birleşik Krallık’ta yapılan, Avrupa Birliği’nde kalınıp kalınmayacağını belirleyen ve ismine de Brexit denilen referandumun ardından liberal basın ile birlikte dünya solunun çoğunluğunun benimsediği politik tutum, tartışılması zorunlu olan bir dizi metodolojik problem ile ayrılığa ışık tuttu. Referanduma katılanların %51,9’unun AB’den ayrılık yönünde oy kullanmalarıyla birlikte ada ülkelerinin Avrupa kıtasının sözde ekonomik “birliğinden” kopuşunun gündeme gelmesi, siyasi yelpazenin solunda konumlandığını iddia eden birtakım özneler tarafından adeta dehşetle karşılandı. Bu hatalı ve olumsuz, dahası devrimci olmayan tepkiye mazeret olarak sunulan ideolojik ve politik argümanların arka planlarında yatan siyasal mantık bütün yönleriyle incelenmeli ve ardından da acımasız bir eleştiriye tabi tutulmalı. Aksi halde, aşağıda sıralayacağımız sebepler dolayısıyla, bu mantık yürütme biçiminin sol içerisinde egemen hale gelmesi ile birlikte devrimci siyasetin işçi ve emekçi kitlelerden geri dönüşsüz bir şekilde izole olması, onların son derece yakıcı bir hal alan sınıf gündemlerine yabancılaşması bir ihtimal olarak daha da derinleşecek.
Brexit’in ardından İngiltere solunun büyük bir bölümünün liberal basınla kol kola girerek AB’den çıkış yönünde oy kullanan kitleyi sürekli olarak aşağılama yönünde politikalar üretmeye başlaması, kitleler ile yan yana yürümeyi tercih etmek yerine devrimci olmayan elitist metotlarla işçilere AB’den çıkıldığı takdirde başlarına neler geleceğini sayarak toplumsal bir şantaj ve tehdit kampanyasına yönelmesi, AB’den çıkmak yönünde eğilim gösteren bütün emekçileri mülteci karşıtı kaba bir sağcı insan profiline indirgeyerek ada yoksullarına düşmanca bir tavır alması ve onları seviyesiz bir mizahın alay konusu yapması, bahsi geçen solun işçilerden yana somut bir alternatif yaratmaktan ziyade pişkince “umut tacirliği” rolüne soyunmayı tercih ettiğini gösteriyor.
İngiltere solunun büyük bir kısmının referandumda AB’de kalınması yönünde oy kullanmaya çağrı yapması ve çağrının bu yönde olmasının nedeni olarak da ayrılık yönünde oy kullanmaya çağıran siyasetlerin aşırı sağcı/faşizan bir karakter taşıyor olmalarını göstermesi, benzer bir skolastik mantık yürütme ile varılan karşıdevrimci sonuçlardan ne ilkiydi, ne de yüksek ihtimalle sonuncusu olacak. Türkiye’de 12 Eylül 2010 tarihinde yapılan referandum öncesinde de, kimi sol akımlar CHP ve MHP gibi ulusalcı/milliyetçi partilerin “Hayır” oyu çağrısı yapması sebebiyle, sosyalistlerin “Hayır” oyu kullanamayacağını, bu nedenle batıda “Evet” denmesi gerektiğini, doğuda ise referandumun boykot edilmesi gerektiğini dile getirmişlerdi. Ne yazık ki, buna benzer örnekleri çoğaltmak mümkün: Rojava’daki başkaldırış da dâhil olmak üzere Arap devrimleri desteklenmemeliydi çünkü ABD başta olmak üzere çeşitli emperyalist merkezler bu devrimlere dönük “ılımlı” bir tutum almıştı ya da Bursa’da patlak veren metal sektöründeki devasa grevin etkileri abartılmamalıydı çünkü grevci işçilerin oy verdiği partiler hâlâ AKP ile MHP idi.
İngiltere solu, nasıl ki mazeret olarak sunduğu proto-faşist odakların “önlenemez” yükselişinin sebebinin, Cameron ile birlikte savundukları AB’nin kemer sıkma politikaları olduğunu anlayamıyorsa, aynı şekilde Liverpool’da yaşayan bir liman işçisinin neden AB’den çıkış yönünde oy kullandığını da asla anlayamayacak. Kıta proletaryası da dâhil olmakla birlikte uluslararası işçi sınıfının ürettiği değerlerden daha yüksek oranda bir artı-değer sömürebilmek ve pazar hacmini savaşlar pahasına büyütebilmek için, sosyalist solun asla savunamayacağı bir “birlikteliğe” giden Avrupalı sermayedarların bu projesini “demokratik” ve “kozmopolit” yanılgılarla süsleyip savunmak, oldukça eski bir inanca, burjuva demokrasisinin genişleyerek ve derinleşerek barışçı bir yoldan sosyalizme evrileceği inancına dayanıyor.
AB’ye sunulan bu destek, bir bağlamda, yeni halk cepheciliğin de bir uzantısı. Avrokomünizm, burjuva demokratik devleti ve bu devlet yapılanması temelinde oluşturulan Avrupa Birliği’ni proleter mücadelelerin içerisinde temsil edilemeyeceği ve ancak dışarıdan, işçilerin uygulayacağı zor yoluyla yıkabileceği bir kurum olarak değil, “halk” güçlerini bir araya getirerek en geniş ittifakı mümkün kılan ve böylece aşamalı bir şekilde “ileri demokrasiye” hayat verecek bir oluşum olarak gördüler. Bu nedenle mücadele partileri olmaktan çok “hükümet” partileri oldular. Zira Brexit’in ardından ortaya çıkan tablo, Avrokomünizmin tarihsel dönüşümün kaynağı olarak işçi sınıfına yüklenen rolü reddettiğini ve bu rolü başka bir sınıfa yaymak bir kenara, bütün tuğlaları işçilerin kanı ve teri ile dizilmiş Avrupa Birliği parlamentosuna atfettiğini gösteriyor. Kapitalizmin, barbarlığın makyajlı kurumları olan AB ve benzeri yanılgılar aracılığıyla demokratikleştirilebileceğine dair duydukları “iyimserlik”, işçi sınıfının dönüştürücü potansiyeline dair duydukları “kötümserliğin” mantıksal bir sonucudur. Avrupa Birliği savunusu, “halk ittifakları/cephesi” denilen işçi düşmanı doktrine içkindir.
Ancak yazının başlığında da sözünü ettiğimiz yöntemsel problem bununla sınırlı değil. Yukarıda da bahsettiğimiz üzere, siyasal düzlemde sahiplenilen ilkelerin ve önerilerin, sol dışı özneler tarafından kullanılmaya başlanması ile bu ilkeler ile önerilerin terk edilmesi söz konusu. Bu tarz bir felsefi idealizmin, bayağı bir öznelciliğin devrimci politika üzerindeki etkileri yıkıcı olmakla kalmıyor, aynı zamanda üzerine geçirdiği radikal formlar sebebiyle son derece teslimiyetçi ve reformist olan içeriği de saklı kalıyor.
Devrimci programın savunduklarının, öngördüklerinin ve önerdiklerinin burjuva ve/ya faşizan odaklar tarafından dile getirilmesi veya kullanılması, bu programı siyasi olarak terk etmenin ne öznel ne de nesnel koşullarını yaratmaz. Aksine programın gerçek sahibinin daha çok öne çıkmasını gerektirir. Sağın, solun argümanlarını kullanıyor olmasını bu argümanların terk edilmesi için gerekçe sayan sığ bir mantık, devrimci öznenin kendi kendini inkâr etmesinin mantığıdır. Bunun yanı sıra, sağ siyasetlerin bu argümanları kullanmaya başlamış olmasının, toplumsal düzlemde sınıflar mücadelesi açısından “durgun” diyebileceğimiz süreçlerin sonuna yaklaşıldığının bir işaretçisi olduğunu düşünürsek, solun kendi programından gerçekleştirdiği bu kopuşun trajik boyutu daha iyi anlaşılabilir.
Aslında sağ siyasetler, sosyalist solun tezlerini değiştirmeksizin kopyalamıyor. Kendi gerici hedefleri doğrultusunda bu somut önermeleri çarpıklaştırıyorlar ve kendi programlarının arzuladıkları toplum modeline ulaşımda geçici ancak kullanışlı birer kaldıraç olarak bu talepleri sahiplenmek zorunda kalıyorlar. Sağın bu ikiyüzlülüğü teşhir edilmediği veya anlaşılmadığı müddetçe solun, AB’den kopuş benzeri işçi sınıfının gündemini oluşturan yakıcı ihtiyaçlara politik cevaplar üretebilmesi bir hayli zorlaşacak. İngiltere aşırı sağı AB’den çıkışı, işçileri ve halkları birbirine düşürmek için savundu. İngiltere solu ise buna karşıt olarak, patronların AB’sinden çıkışı işçileri ve halkları birleştirmek için savunmalıydı.
21. yüzyılın ilk devrimci dalgası karşısında liberalizm ile aynı safta konumunu almış olan Avrokomünizmin, burjuva demokratik önyargılarından siyasi öznelciliğine kadar metodolojik olarak devrimci Marksizm’den ayrı düştüğü bir gerçek. Bu durum aynı zamanda sınıfsız kalmış bir solun, “halk ittifakları” ile “toplumsal hareketlere” dayanan bir solun, bu tercihleri sebebiyle sosyal konjonktürü okumada ne denli beceriksizleştiğini ve kıta ezilenlerinin gerçek çıkarlarından ne denli uzaklaştığını da açıklıyor. Avrokomünizmin hem savunulacak hiçbir tarafı olmayan sermaye birliğine karşı, hem de sınıfsal bileşeni yine sermaye olan aşırı sağcı gerici tehdide karşı sınıf bağımsızlığı temelinde inşa edilecek birleşik bir işçi cephesinin çağrısına soyunmayacağı, bu görevi yerine getirmekten aciz olduğu bariz. O halde bu cephenin hayat bulabilmesi adına Avrupa’da emekçi mücadelelerinin en acil politik görevlerinin neler olduğunun tespit edilmesi bir ihtiyaç olarak bizleri bekliyor. Bu politik görevler tespit edildikçe, bu görevleri sonuca bağlamak için en yakıcı devrimci somut hedefler belirlendikçe ve geniş işçi örgütleri ile sendikalar bu görevler ile hedefler etrafında toplanmaya başladıkça temelleri ortaya çıkmış olacak bir işçi cephesinin varlığı, yapay kutuplaşmalara bir son vererek, devrim ile karşıdevrim cephesini bütün çıplaklığıyla gözler önüne sermeye başlayacaktır.
Yorumlar kapalıdır.