Sol ve alanlar – I

Darbe girişimi, girişimle birlikte kitlelerin sokaklara ve alanlara çıkması ve nihayet CHP’nin düzenlediği 24 Temmuz Pazar mitingine katılım konuları sol çevreler içinde pek çok tartışmaya yol açtı, iyi de oldu. Dile getirilen görüşlerin, yapılan polemiklerin pek çoğu sol hareketin büyük bölümünün gerçeklikten ne denli uzak, emekçi kitlelerin devrimci önderliğinin geliştirilmesi görevine ve zorunluluğuna ne kadar yabancı olduğunu ortaya çıkardı. Darbe girişimi karşısında, AKP yandaşları sokağa dökülürken şaşkın ve felçleşmiş halde televizyonların başında gelişmeleri izlemekle yetinen devrimci ve demokrat çevrelerin önemli bir bölümü, bu tutumunu “sorumlu davranmak” veya “emekçiler, kendini ezen bir hükümeti savunmak için neden sokaklara çıksınlardı ki” gibisinden gerekçelerle haklı göstermeye bile kalktı. Bu tip yargılara en güzel yanıtlardan birini, bir metal işçisinin Evrensel’in web sitesinde yayınlanan bir mektubu veriyordu: (Alanlarda) “AKP’nin müziklerinin çalınıyor olması son günlerde birçok çevreyi rahatsız etti. Bu hoş olmadı. Ama burada tek hata AKP’nin değil. Sol diyebileceğimiz çevreler iyi bir sınav vermedi. Onlar her ne olursa olsun alanda olması lazımdı. Alan hâkimiyeti böyle bir konuda AKP’ye bırakılmamalıydı.”

Sol hareketin bu felç halinin temelinde, kendi kurduğu, sınıf mücadeleleri dinamiğini değerlendirebilmekten uzak, tamamen üst yapısal alana sıkıştırılmış şeması yatıyor. “Rejim, RTE’nin önderliğinde ve AKP’nin elinde giderek diktatoryal ve İslami-faşizan bir nitelik kazanıyor; bütün mücadele bunun durdurulmasına ve ‘Demokrasi, şimdi’ hedefinin gerçekleştirilmesine yönelik olmalıdır”. Böyle bir şemayla, ne burjuvazi ve egemen politik yapılar arasındaki çelişkiler, ne bunun yarattığı rejim krizinin emekçi sınıflar ve küçük burjuva yığınlar üzerindeki etkileri ve tabii ne de devrimci bir işçi sınıfı önderliğinin bulunmaması halinde politik gelişmelerin alabileceği yönler görülebilir, hesaplanabilirdi.

Bu şemanın katılığı, tarihin okunması ile gerçekliğin kavranması arasındaki mesafenin açıklığıyla birleşince, ortaya felç halinin meşrulaştırılmasına yönelik tuhaf savlar çıktı. Örneğin, (1917’de karşıdevrimci general Kornilov’un gelişmekte olan devrimi ezmek için başlattığı saldırıya karşı, muhalefette olan Bolşeviklerin, iktidardaki sosyal demokrat Kerenski hükümetiyle birlikte savaşmaları örneğinden hareketle), ne darbecilerin sürmekte olan bir proleter devrimine saldıran Kornilov birlikleri, ne de RTE’nin devrimci demokrat bir iktidarı korumaya çalışan Kerenski olmadığı gerçeğinden hareketle, bizim “Bolşeviklerimiz” evde kalmayı tercih ettiler. Ne tuhaf bir metot! Tarihi, iktidar ve muhalefetteki politik güçlerin ve kişilerin ideolojik-politik fotoğrafına bakarak okumak ve bu donuk imgeyi bir yöntem olarak kalıplaştırmak… Oysa bu fotoğrafın asla bir daha tekrarlanamayacağını unutuyorlar.

Yukardaki “teorik” açıklama, kendi felç halini, “işçilerin kendilerini ezen bir hükümeti darbeye karşı koruma isteksizliği” diye meşru göstermeye çalışanların yargısıyla aynı. Kerenski’de Bolşevik partiyi yasaklamaya, liderlerini tasfiye etmeye çalışıyordu, ama Bolşevikler Kornilov’a karşı sokaklara çıkmakta tereddüt etmediler. Zira, onların korudukları Kerenski hükümeti değildi; onlar Çarlığın yıkılışıyla birlikte edindikleri demokratik ve devrimci mevzileri korumaya atılmışlardı. Bu mevzilerin yaygınlaşması veya daralıyor olması önemli, ama belirleyici değil. 15 Temmuz askeri darbe girişimi, başarılı olması halinde, sınırlılığından ve RTE elinde daraltılıyor olmasından ne denli şikayetçi olursak olalım, işçilerin, emekçilerin, devrimci ve demokratik hareketin kullandığı, yararlandığı mevzilerin tahribatıyla sonuçlanacaktı. Sendikaların, sosyalist, sosyal demokrat ve ilerici partilerin, toplumsal hareketlerin, her türlü ulusal ve azınlık çevrelerinin, parlamentonun, vb. üzerinden tanklar geçecekti. Bu mevziler korunmalıydı. (Yoksa darbenin ülkeye yeni demokratik ve devrimci açılımlar getirebileceği mi umut ediliyordu?) Bunu (gerçek Bolşevik tarzda) başarabilseydik, bugün sınıflar mücadelesinde çok daha farklı, çok daha ileri bir noktada olabilirdik. Bunu başarabilen kitlelerin gücü ve yarattığı yeni politik dinamikler, rejimin yeniden belirlenmesinde emekçi kitlelerin son derece lehine yeni süreçler başlatabilirdi. Ama inisiyatif iktidara ve onun kitlelerine terk edildi. Şimdi RTE’nin bu dinamikten Bonapartist politikalarını güçlendirmekte yararlandığından, demokratik kazanımları yok etmeye yönelmesinden şikâyet ediyoruz… Sol hareket, politikanın, sınıf mücadelesinin “boşluk” tanımadığını ne zaman kavrayabilecek?

Sol ve sosyal demokrat hareket, geneli açısından, darbe girişimine karşı sokağa çıkmadı, çıkma çağırısı da yapmadı. Şüphesiz kendi tarihinin acılarından hareketle bir askeri darbeye destek vermekten uzaktı, ama yukarıda andığımız kendi statik, donuk şeması ve bu şemanın ortasındaki (çok haklı) RTE karşıtlığı nedeniyle gelişmeleri ve sonuçlarını seyretmeyi yeğlemekle yetindi. Bugünkü “milli uzlaşma” görünümlü Bonapartist “yeniden inşa” sürecinin açılabilmesini olanaklı kılan büyük bir hata oldu bu. “Ama, işçiler, emekçiler ve gençler de kendiliklerinden sokağa çıkmadılar” denebilir. Yanlış, bir kısmı çıktı, çünkü onların önderlikleri vardı (RTE ve AKP) ve onlar sokak çağırılarını yaptılar. Çıkmayanlar ise ilerici, demokrat, devrimci kesimlerdi, çünkü onların önderlikleri, başta CHP, HDP ve sendikalar olmak üzere, bırakın sokak mücadelesi çağrısını, darbeyi kınamak için bile girişimin ilk sallantı belirtilerinin ortaya çıkmasına kadar beklediler. Ne de diğer devrimci ve sosyalist çevrelerden gelen bir çağırı duyuldu.

Ama Gezi de bir kendiliğinden patlama değil miydi?” Evet, ama birkaç farkla: Birincisi, Gezi ayaklanması tanklara karşı bir savunma değil, hükümet politikalarına karşı bir saldırıydı. İkincisi, ayaklanma başlar başlamaz derhal tüm devrimci ve ilerici önderlikler Taksim’e çıkma mücadelesi çağrısı yaptılar. Bunlar önemli farklılıklar. Ama bir üçüncü nokta daha var: Gezi mücadelesi, daha üst düzeyden bir önderlik yaratamadığı, hatta bölünmelere neden olduğu için önce dağıldı, sonra yok oldu. İşçi, emekçi ve gençlik yığınlarının bunlardan ders çıkarmadığını sanmak için hiçbir neden yok. Dolayısıyla, sorumluluğu kitlelere yıkmak yerine, sol hareketin kendi zaaflarının eleştirisini yapması gerekir. Başta alıntıladığımız işçi militanın dediği gibi, “Alan hâkimiyeti böyle bir konuda AKP’ye bırakılmamalıydı” ve bunun esas sorumlusu emekçi yığınların önderlikleri veya kendini önderlik olan görenlerdir.

Yorumlar kapalıdır.