15 Temmuz’u anlamak / Emperyalizmin egemenlik krizi, darbeler ve Türk dış politikası

NATO’nun en büyük ordularından biri olan TSK içerisindeki %1,5’lik bir kesimin, azınlıkta kalmış görünümü vermesine rağmen, ABD kaynaklı uluslararası istihbarat servislerinin (en azından belirli bir kesiminin) sorumlu dairelerinin yetkisi ve/ya bilgisi dahili olmadan iktidara el koyma girişiminde bulunduğunu iddia etmek, yanlış olurdu. Özellikle darbe girişiminin öncülüğünün, Birleşik Devletler’de ikame eden bir şahsın organizasyonu tarafından üstlenilmiş olduğu bariz bir gerçeklik halini almışken. 15 Temmuz girişimi, CIA ve/ya NATO benzeri emperyalist doğrudan müdahale araçlarının bütün kurumları ve dairelerinin yetkisi ve onayı ile desteklenmiş bir kalkışma değildi. Ancak tıpkı Türk rejimi gibi NATO’nun da çok başlı bir yapıya sahip olduğu, kardeşi olan bütün kurumlar gibi ‘Gladyosu’ sayılabilecek birçok hücresinin bulunduğu unutulmamalı.(1)

Bu başlık altında, komplo teorilerine ve belirli militer odaklara paranoya derecesinde bir kuvvet atfeden dejenere siyasi-kurgu romanlarına konu olabilecek bu hücrelerin faaliyetleri tartışılmayacak. Bir gazetecilik faaliyeti olabilecek bu yüzeysel uğraştan ziyade 15 Temmuz’un emperyalist kampta ifade ettiği anlamları, bu kampta yarattığı somut sonuçları, Beyaz Saray’ın neo-muhafazakar programının iflasının ertesinde benimsemiş olduğu ‘yumuşak güç’ yöneliminin bilançosunu ve emperyalizmin geleneksel müdahale tarzlarına bir geri dönüş olarak yorumlanabilecek darbeler döneminin açılıp açılmadığını tartışacağız. Bu tartışma – Mısır haricinde şimdilik sadece – Türkiye özelinde yaşanmış bir takım süreçlerin ışığında gerçekleştirileceği için tarihsel bağlamların net bir şekilde aktarılıp anlaşılmasını da şart koşuyor.

Zira tarihsel olarak baktığımızda 1953 İran, 1954 Guatemela,1960 Kongo, 1964 Brezilya, 1964 Endonezya, 1964 Dominik Cumhuriyeti, 1965 Gana, 1966 Yunanistan, 1967 Kamboçya, 1970 Şili, 1976 Arjantin, 1976 Bolivya ve 1980 Türkiye darbeleri yaşandı. Bu darbeler dizisinin ardından, yaklaşık 30 senelik bir zaman dilimi içerisinde, iktidar değişiklikleri veya çeşitli siyasal ittifaklar gerçekleştirebilmek adına farklı metotlar denendi. O halde iki soru sormamız gerekiyor. Birincisi, neden farklı metotlar denendi? İkincisi, bu metotlar başarılı oldu mu yoksa geleneksel yöntemlere bir geri dönüş söz konusu mu?

Emperyalizmin egemenlik krizi, demokratik gerici politikalarla aşılabildi mi?

Ben Kahire’ye Amerika Birleşik Devletleri ile dünyadaki Müslümanlar arasında karşılıklı çıkar ve karşılıklı saygıya dayanan, Amerika ve İslam’ın birbirleriyle zıt olmadığı ve rekabete gerek bulunmadığı gerçeğine dayanan yeni bir başlangıç arayışı ile geldim. Aslında onlar birbirini tamamlar, adalet ve gelişim, hoşgörü ve bütün insanların saygınlığı gibi ortak ilkeleri paylaşır.

Yukarıdaki alıntı Obama’nın, ABD Başkanı oluşundan sonra Kahire’de yaptığı konuşmadan alındı.(2) 1960’lı senelerde yıkılmış olan sanayi üretim sürecinin yeniden ayağa kaldırılmasıyla görece genişleme ve refah üretme olanaklarını kullanan kapitalizmin, bu geçici sürecin ardından son derece keskin çelişkilerle dolu yeni bir evreye giriş yapması, emperyalizmin uluslararası düzlemdeki askeri ve politik yönelimlerinde de değişiklikleri beraberinde getirdi.(3) 

ABD’nin, kendi tekelleri ve çokuluslu şirketlerinin kâr oranlarını ve çıkarlarını, ulusal sınırlarının ötesinde de korumak için benimsemiş olduğu darbeci yönelimin Latin Amerika’da yükselen bir seferberlik dalgasını ve işçi devrimi risklerini doğurması,1970’li senelerde patlak veren devrimci dalga ve Körfez müdahalesinin zoraki karakteri sopa politikasının terki ve havuç metodunun benimsenmesi ile sonuçlandı. Bush’un kişiliğinde ifadesini bulan askeri müdahale yanlısı neo-con (yeni muhafazakar) programın, Irak yenilgisi ve 2008 ekonomik krizi ile birlikte bütün kullanılabilirliğini yitirmesi ve Beyaz Saray’ın Ortadoğu politikasının kendisinin bütün prestijini yitirmesi ile sonuçlanması, demokratik gerici yeni bir yönelişin Obama’nın ‘yumuşak güç ABD’ önerisinde somutlanması gibi süreçleri tetikledi.

Bu yönelişin, kendi içinde taşıdığı amaçlar bağlamında başarılı olup olmadığı sorunsalına verilebilecek en net cevap, Mısır devrimini demokratik aşamasında tutması ve kitleleri seferber olmaktan soğutması için Müslüman Kardeşler’e verilen desteğin, Sisi’nin darbeci kliğine sunulan lojistik, askeri, mali ve diplomatik desteğe nasıl dönüştüğü olacaktır.(4) Bunan yanı sıra Türkiye’deki 15 Temmuz darbe girişiminin ardından ABD’li yetkililerin, komutanların tasfiye edilmesine ve tutuklanmasına dönük onaylamaz tutumları ve Erdoğan’ın yönelişine gösterdikleri tepki ile askeri darbe girişimini açıkça ve sertçe yermemeleri, demokratik gerici diplomasinin, havuç siyasetinin bir sona yaklaşmak üzere olduğunun habercisi. Şimdilik diplomatik ve hukuki manevralar ve politik şantajlar/ekonomik tehditler sınırları içerisinde yaşanan tekeller ve bankalar arası süren kaynak ve pazar rekabetine, dilediği ölçüde ve dilediği şiddetle müdahale edemeyen ABD’nin egemenlik krizi derinleşerek sürmektedir ve ‘yumuşak güç’ yönelişi de derinleşen bu buhranla birlikte değişime tabi tutulmak istenmektedir.

15 Temmuz darbe girişiminin başarısız oluşu, ABD hegemonyasının yaşadığı çok boyutlu krizin sadece küçük bir bölümüne, bütünle uyumlu olan bir parçasına işaret ediyor. Uluslararası siyaset ve diplomasi arenasında ‘Atlantikçi’ seçeneğin zayıflamaya yüz tutması, dış politika alanında özerklik arayışlarını güçlendiren bir dinamik olarak karşımıza çıkıyor. Ancak ABD kendi önderliği altındaki ‘Batılı kuşatmanın’ zayıf halkalarını güçlendirmenin ve krizli dinamiklerini çözerek aşmanın yolunu da arıyor. Bu arayış mantıksal sonuçlarına henüz varmış değil. Beyaz Saray’ın uluslararası faaliyetlerden sorumlu kadroları bugün için kendi emperyalist egemenliklerinin kalıcılığını güçlendirip sağlamlaştıracak bir yol haritasının oluşturulması ile meşguller.   

Clinton’la birlikte yeni çizgi: ‘Akıllı güç’

Hala sürmekte olan Obama döneminde bir süreliğine Dış İşleri Bakanlığı Sekreteri olarak görev yapmış olan ve ABD’nin Kasım’da gerçekleşecek olan başkanlık seçimlerine Demokratik Parti’den aday olarak gösterilen Hillary Clinton’ın dış politikada yeni bir politik hat izleyeceğinin sinyalleri ne zamandır veriliyor. Clinton, Bush döneminin ‘sert güç’ uygulamaları ile Obama döneminin ‘yumuşak güç’ yönelişinin diyalektik bir sentezi olarak sunduğu ‘akıllı güç’ önerisini, uzun zamandır dile getiriyordu.(5)

Clinton’ın ‘akıllı güç’ önerisinin ideolojik mimarlarından Joseph S. Nye Jr., ABD Dış İşleri Bakanlığı’nın düşünsel üssü gibi çalışan Foreign Policy internet sitesinde şunları yazıyordu:

2007 senesinde ben ve Richard Armitage, Kongre üyelerinden, eski büyükelçilerden, emekli ordu bürokratlarından ve  Washington’daki Uluslararası Stratejik Çalışmalar Merkezi’nin başındaki kâr amacı gütmeyen kuruluşlardan oluşan Akıllı Güç Komisyonu’na eşbaşkanlık yaptık. Vardığımız sonuç, son senelerde Amerika’nın imajının ve etkisinin reddedildiği ve Birleşik Devletler’in bundan böyle korku ihraç etmek yerine iyimserlik ve umut aşılaması gerektiğiydi.’(6)

Aynı şekilde Bush döneminde Savunma Bakanlığı pozisyonunu üstlenmiş olan Robert Gates, Kongre’ye hitap ederken şöyle konuşuyordu: ‘Bugün burada, yumuşak güç kullanma kapasitemizi kuvvetlendirmemiz ve bunun sert güç ile daha iyi entegre olmasının gerektiğini söylemek için bulunuyorum.

Joseph S. Nye Jr. aynı yazısının devamında ‘akıllı güç’ fenomenini bir cümle ile özetliyor: ‘Akıllı güç, mali ve zor sert güç ile cazibeli yumuşak gücü başarılı bir stratejide birleştirme kabiliyetidir.

‘Akıllı gücün’ ABD kaynaklı müdahaleler için anlamı, ordudan orduya işbirliği olanaklarının arayışında yaşanacak ilerlemeye, diplomatik gücün Pentagon’un askeri varlığı ile desteklenip göz korkutacak derecede öne çıkarılmasına, ‘yumuşak’ ve ‘sert’ güç araçlarının ve aygıtlarının birlikte, birbirlerini tamamlar ve destekler şekilde kullanılacak olmasına işaret ediyor. Bu yeni dönemin anlamı, rejim krizi veya ön devrimci durum riskleri ile karşı karşıya kalan ülkelerde, demokratik gericilik yöntemlerinin yanı sıra geleneksel askeri aygıtlara dayalı darbeci çözüm arayışlarının, sözde dahi olsa ilkesel olarak reddedildiği kısa süreli aranın, sonuna gelindiğidir. Birleşik Devletler Dış İşleri Bakanlığı ve uluslararası arenada faaliyet yürüten sayısız ABD kökenli kurum ile kadro, Bush ve Obama iktidarlarının politik programlarının en işe yarar, en ‘başarılı’ olmuş taraflarını sentezledikleri yeni bir saldırı metoduyla, pazarlar üzerindeki rekabet savaşında liderlik koltuğunu korumaya çalışmaya devam edecekler.(7)

Bu istencin anlamı, farklı farklı ülkelerde organize edilebilecek olan geleceğin yeni 15 Temmuzlarının, Bush’un ‘plansız’ saldırganlığının veya Obama’nın temkinli ‘zayıflığının’ olumsuzluklarını sergilememesi için bütün olanakların seferber edileceğidir. ‘Akıllı gücün’ üzerinde yükseldiği sentez de tam olarak bu: Temkinli saldırganlık! Zira diğer seçeneğin ‘plansız zayıflık’ olduğu düşünülürse, ABD’nin diplomatik koşumlarla süslenmiş kontrollü bir pro-militer alternatifi örgütlemeye girişeceği argümanı, anlam kazanır. Buna ek olarak ABD’nin verili ekonomik göstergeleri ile kendi içinde sağlayamadığı ve uzunca bir süre boyunca da sağlayabilecekmiş gibi durmadığı ‘toplumsal barış ve sınıflar arası diyaloğa dayanan çözüm’ perspektifi, yeni bir ‘temkinli saldırganlık’ atılımının hedeflerine ulaşamayarak başarısız olacağına dair göstergeler olarak okunmalı. ‘Akıllı güç’ yönelişinin kağıt üzerindeki planları ile ABD’nin sahadaki gücü arasındaki açı her geçen gün açılmaktadır. Bu açının kapanması ise, çelişkili bir biçimde, yeni savaşların patlak vermesine ve bunların Birleşik Devletler tarafından kazanılmasına bağlıdır.

‘Akıllı güç’ ve Türkiye

“‘Türkiye daha Kemalist olsun bizim olsun’ özlemi duyanlar hiç de az değil. Bu çizginin temsilcileri, mesela bazı neoconlar, Obama yönetiminden şaşırtıcı derecede itibar görebiliyor ve en yüksek mahfillerde görüşlerine başvurulabiliyor. Söz konusu çevreler, ABD’nin Türkiye’de sivil ve siyasi muhalefetle bağlarını artırması, Erdoğan hükümetinin zayıflatılarak demokrasi içi alternatifler çıkarılması görüşünü savunuyorlar.”(8)

Bu satırlar 2010 senesinde, Gülen hareketinin yayın organı olan Zaman gazetesinde yer aldı. Yazının alıntılanan bölümünün, ABD’nin yeni-muhafazakar beyin takımının, Obama’nın da onayıyla Türkiye özelinde demokratik gerici politikalar aracılığıyla alternatif arayışlarını sürdürdüğünü anlattığı ortada. Bu arayış ‘yumuşak güç’ anlayışının bir ürünüydü ve dönemin şartlarının bir sonucu olarak belirmişti. Açık ki o şartlar Haziran ayaklanmasıyla, Kobane serhildanıyla, Bursa’daki metal fırtınayla ve 7 Haziran seçimleri ile birlikte köklü bir altüst yaşadı. 15 Temmuz, aynı zamanda bu altüst oluşun da bir ifadesiydi. Doğrudan doğruya örgütleyicisi olup olmadığını şimdilik bilemesek de, bu darbe girişimine göz yumduğunu veya onu engellemeye çalışmayıp ‘tarafsızlığını’ ilan ettiğini bildiğimiz ABD, bu bilinçli tercihi ile birlikte Türkiye için 2010’da söz konusu olan demokratik gerici alternatif arayışlarının artık söz konusu olmadığını deklare etmiştir.

2010’dan bugüne değin ne değişti sorusunu sormadan önce şunu anlamak elzemdir: Emperyalist stratejilerin ve taktiklerin değişmesi ile birlikte emperyalist merkezlerin ulusal hükümetlerle aralarında var olan ilişki biçimlerinin değişmesi, bu ulusal hükümetlere müdahale biçimleri, kukla oynatıcısı ile kukla arasında var olan mekanik süreç şeklinde tezahür etmez. Söz konusu olan, uluslararası finans kapitalin ulusal ve siyasal fraksiyonlar ile bir eşgüdümlük kurarak oluşturduğu, çıkarlarla şekillenen oldukça sınıfsal bir süreçtir.

2010 yılında patlak veren Arap devrimci süreci, Kuzey Afrika ülkelerindeki Körfez sermayesinin kaçısını beraberinde getirmiş, bununla birlikte Suudi ve Katar sermayesi Türkiye ile ekonomik ve jeopolitik bir bütünleşme sürecine girmişti. Verilere baktığımızda 2010 senesi ile birlikte Körfez merkezli yabancı sermaye yatırımının ciddi bir sıçrama yaşadığını görürüz. 

Digitürk’ün Katarlı bir firma tarafından satın alınmasını Körfez sermayesinin finans sektöründeki yoğunlaşması izledi. Bank Asya’nın Suudi merkezli bir bankaya satılması şu aralar gündemdeyken Körfez ülkelerinin Türkiye’de şubeleri olan diğer bankalarını da unutmamak gerekiyor: ABank, Odeabank, Burgan Bank, Turkish Bank, Turkland Bank ve Bank Pozitif. Son olarak, Katar sermayeli QNB Grubu 2.7 milyar Euro’ya Finansbank’ın hisselerini satın aldı ve bugün için de Şekerbank’ın alım tartışmaları sürmekte. Ekonomik anlaşmaların sağladığı zeminin üzerinden askeri ittifaklar kurularak devam edildi. Zira Suudilerle 10 Ekim 2012 tarihli Resmi Gazete’de “Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Suudi Arabistan Krallığı Hükümeti Arasında Askeri Eğitim İş Birliği Anlaşması” ve daha sonra Katar’la 28 Mart 2015 tarihli Resmi Gazete’de “Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Katar Devleti Hükümeti Arasında Askeri Eğitim, Savunma Sanayii ile Katar Topraklarında Türk Silahlı Kuvvetlerinin Konuşlandırılması Konusunda İşbirliği Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun” yayımlandı. Bunun yanı sıra Davutoğlu’nun Başbakanlığı sırasında Katar’a gerçekleştirilen diplomatik ziyarette Doha’da üs kurmasına ilişkin bir anlaşma imzalandı. Son olarak Türkiye’nin Çin, Rusya, İran ve Hindistan’ın yer aldığı Şanghay İşbirliği Örgütü’ne 2011 yılında ‘Diyalog Ortağı’ statüsü kazanmak üzere başvuruda bulunması, 2012 yılında ise kabul edilmesi de dikkate değer bir olgu olarak hatırlanmalıdır.

Bir yanlış anlaşılmayı engellemek için belirtelim: Yukarıda sayılan ekonomik, askeri ve diplomatik süreçler, Türkiye sermayesinin sırtını Batı’ya, yüzünü de Doğu’ya döndüğü anlamını taşımaz, taşımıyor da. Katar ve Suudi sermayesinin Türkiye’ye olan ‘ilgisi’, Arap devrimci sürecinin Kuzey Afrika ülkelerinin sosyo-ekonomik yapısını altüst etmesiyle doğrudan bağlantılıdır. Yapılan ekonomik ve askeri işbirlikleri bu devrimci süreçlerden etkilenmemek veya onları durdurup yok etmek üzerine bina edilmiş, taktik niteliğindeki anlaşmalardır. 

Ancak stratejinin değiştiği anlamına gelmeyen bu taktik yönelimler, Türkiye’nin ‘NATO’nun ileri karakolu’ olarak gördüğü işlevi törpüleyecek bir yöne de sahip. Washington ile Berlin’in çıkarlarının belirlediği hareket alanının içerisinde görece bir özerklik çatlağı arayışları olarak yorumlanabilecek bu atılımlar, elbette Atlantik ittifakından bir kopuş anlamı taşımıyor olsa da, söz konusu ittifakın Ortadoğu’daki akıbetini dolaysız bir şekilde etkiliyor. 2003 senesinde Türkiye, ABD’nin Irak’a kendi topraklarından saldırmasına izin vermedi. 2010’da Birleşimiş Milletler’in İran üzerindeki yaptırımlarını sertleştirme kararına muhalefet etti. 2013’te Çin ile birlikte füze bazlı savunma sistemleri üzerine bir anlaşma imzalayarak NATO’yu da ABD’yi de şaşırttı. İran ambargosunu, uluslararası ceza istemlerine rağmen deldi.

Alman sağı, en ılımlısından en radikaline dek, Merkel’in Erdoğan ile gerçekleştirdiği mülteci anlaşmasında Türk hükümetine ultimatom verme ve şantaj yapma olasılığını tanıyan içeriğe karşı çıktı, Erdoğan’ın mülteci kozu ile birlikte Ortadoğu’da Alman çıkarları uyarınca hareket etmek zorunda kalmayacağını iddia etti. Merkel’in de farkında olduğu bu eğilimin hayata geçmemesi adına güvence Ahmet Davutoğlu idi. Davutoğlu’nun saray rejimi tarafından görevinden alınması Berlin’den öfkeli seslerle karşılandı.(9)

Bu tablo neyi anlatıyor? Önceki dönemden farklı olarak ‘akıllı güç’ yönelişinin, emperyalizme bağımlı ülkelerin dış politikada ‘özerklik’ arayışlarının olası olmadığının, buna tahammül edilmeyeceğinin ‘anlaşılması’ üzerine geliştirildiğini anlatıyor. Bu gelişim kendi mantığı gereği, bundan böyle ABD’nin çıkarlarının dolaysız aktarma kayışı rolü oynama niyeti olmayan hükümetlere karşıt olarak ‘demokrasi içi’ alternatiflerin düşünülmeyeceğini veya bunların düşünülse bile darbe ve benzeri askeri müdahale metotları ile birlikte düşünüleceğini öngörüyor.

15 Temmuz’un ardından dış politika: ‘Avrasyacı’ hayallere rağmen Atlantikçi ‘stratejik zorunluluk’

İbrahim Karagül, 15 Temmuz gecesinin ardından Yeni Şafak gazetesindeki köşesinde aşağıdaki satırları kaleme aldı: ‘Türkiye, bir yeni kuruluş döneminde. Ya yeniden yapılanacak ya da parçalanıp dağılacak (…) Yeniden manda dönemine, yeniden o İngiliz muhipleri, Alman muhipleri dönemine sürüklenmemek için bu ülkenin köylerine, kasabalarına, dağlarına ve ovalarına çağrı yapıyoruz (…) Türkiye bu coğrafyanın tam merkezindedir ve onlara göre asla sağlam kalmamalı, birkaç parçaya bölünmelidir (…) Onlar bizi Anadolu topraklarına hapsetmeyi değil, bu topraklardan tamamen kovmayı hesaplıyorlar.’

İbrahim Karagül’ün yukarıdaki satırları kaba bir adanmışlığın derinlikten yoksun ideolojik sayıklamaları veya demagoji sanatının örneklerinden birisi olarak okunmamalı. Ekonomik atılımları onur kırıcı kredi anlaşmalarına (yani bir borç boyunduruğuna) bağımlı hale getirilmiş, kendi zanaatkarlarının geleneksel üretim biçimleriyle elde ettiklerini, Avrupa’nın ve ABD’nin kendi fabrikalarında teknik ve kaynak üstünlüğü sayesinde ucuza mal ederek üretmesi karşısında rekabet yarışında hiçbir şansı kalmamış ve emperyalist merkezlerin çıkarları doğrultusunda ekonomik faaliyeti sadece bir veya birkaç ürünün üretilmesine sabitlenmiş olan ülkelerin egemen sınıfları daima, yağma rejiminin en büyük paydaşları olmaya dönük duydukları kirli özlemlerini, yukarıdaki satırlarda ifade edilen ‘milli bir dava’ biçiminde propaganda etmişlerdir.

Bunun da ötesinde Karagül’ün satırlarının 15 Temmuz’un ardından taşıdığı özel bir önem de var. Bu özel önem ifadesini, AKP’ye yedeklenmiş olan Perinçek ve ekibinin Avrasyacı dış politika önerilerinde buluyor. Perinçek’in partisinin(10) üyesi olduğu Uluslararası Avrasya Hareketi’nin kurucusu ve başkanı ile Putin’in baş stratejisti Alexander Dugin, tarihin bir ironisi olarak 15 Temmuz günü Türkiye’deydi ve düzelen Türkiye-Rusya ilişkilerine dair birkaç demeç verdi. Bu demeçlerde Dugin, Rus turistlerin Türkiye’ye ne zaman döneceği sorularını bunların ikincil önemde problemler olduğunu söyleyerek savuşturdu ve önemli olanın Rusya ile Türkiye’nin stratejik ortaklığı ile yakınlığı olduğunu söyledi.(11) Dugin’in darbe günü Türkiye kamuoyuna yaptığı teklif, kendisinin de ısrarla vurguladığı üzere, taktiksel değil stratejik bir ortaklığı yani Atlantikçi ittifakın Ortadoğu özelinde sahip olduğu çıkarlar doğrultusunda hareket edilmesinden radikal bir kopuşu öngörmektedir.(12) 

İslamcı sermaye akımları Napolyon Bonaparte’ın Mısır seferi (1798) ile sembolik bir hal alan, kendi coğrafyalarında üretilen artık ürünün ve ganimetin uluslararası vergi ve ticaret anlaşmaları yollarıyla, ekonomik üstünlüğü ele geçirmiş Batılı ülkelere akışına bir tepki olarak, emperyalist merkezlerden kopuşu öngören politik programları daima bir şantaj unsuru olarak elinin altında tutmuştur. Saray rejimi de bu bağlamda, özellikle 15 Temmuz’un ardından, tarihsel olarak miras aldığı yayılmacı heveslerin doğrultusunda dış politikada görece özerk bir hareket alanı yaratmaya çalışacağı yönünde bir imaj çizmeye çalışıyor. Erdoğan’ın bir süreklilik kazanmış olan ‘mağdur edilme ve mazlum olma’ konulu konuşmalarının altında yatan dürtü, Türk rejiminin bölgesel çıkarları ve yayılmacı hayalleri doğrultusunda istediği oranda ‘zalim’ ve ‘zulmeden’ olamamasıdır. Ancak bu dürtüye ve bir nazlanma olmanın ötesine geçemeyen ‘Avrasyacı’ şantaj araçlarına rağmen İslamcı sermaye Batı’nın teknolojisine ve kaynaklarına bağımlıdır ve dış politika alanında alınan yöneliş kararları da, bu ekonomik bağımlılık gerçeğine bağımlıdır. 

O halde rejim için Avrasyacı eğilimler ile sermaye içi ekonomik ihtiyaçlar arasındaki denge nasıl kurulacak? Bu noktada Erdoğan’ın karşılacağı çelişkileri 2 maddede toplayabiliriz:

1.) Sarayın, NATO’da kalmaya devam ederek ve ABD’nin taleplerinin aktarma kayışı rolünü üstlenerek bir neo-Bonapartist başkanlık rejimini inşa edemeyeceği ya da en azından Atlantikçi uluslararası kurumların üyesi olmaya devam edilirse bu inşanın oldukça zorlaşacağı, 15 Temmuz ile birlikte keskin bir şekilde ortaya çıktı. Bu durumda, bir dış politika tercihi olarak Batılı kurumlardan kopuşun ve başkanlık rejimini destekleyebilecek olan Rusya merkezli güçlere yaklaşım denemelerinin yapılması öngörülebilir. Ne var ki böylesine bir politik yönelişin sonucu, bir sonraki cuntanın büyük burjuvaziyi ve sermaye akımlarını ikna etmesini bir hayli kolaylaştırır. Sarayın kendisini içerisinde bulduğu kaçınılmaz ikilemlerden ve çelişkilerden birisi bu açmazdır.

2.) Birinci maddenin organik bir devamı olan ikinci çelişki, yabancı sermaye yatırımlarının ve sıcak para girişinin sürekliliğinin korunması zorunluluğudur. Erdoğan, özendiği Putin gibi doğalgaz benzeri enerji kaynaklarının üzerinde oturmadığı için, ancak Batılı sermayenin ona sunabilme gücü olan bir takım kaynaklara muhtaç bir halde. Hem büyük burjuvaziyi memnun tutabilmek, hem de yeni rejimini yaratırken ihtiyaç duyduğu geniş çıkarlar ağı ile rüşvet mekanizmasını bina edebilmek için bu kaynaklardan geri dönüşü olmayan bir kopuşu göze alamaz. Emperyalist merkezlerin sunduğu teknoloji ile kaynağın, ‘Avrasyacı’ güçler tarafından sunulamayacağının bilincinde olan büyük sermaye, Atlantik ittifakına göbekten bağlıdır ve bu bağından Erdoğan’ın yeni rejiminin ihtiyaçları için vazgeçmeye, böylesine ‘duygusal’ bir fedakarlıkta bulunmaya hiç niyeti yoktur. 

Bu iki maddenin sentezlenmesi, bize şu somut ilişkiyi verir: Erdoğan, yeni rejiminin askeri ve politik inşası için Batı merkezli kurumlardan radikal bir kopuşu gerçekleştirmelidir ve Erdoğan, yeni rejiminin ekonomik inşası için Batılı merkezlerle tam bir uyum içinde hareket edip, onlara Türkiye’nin hala yatırım yapılabilir bir ülke olduğuna dair güvence vermek durumundadır. Zira Atlantik cephesi Erdoğan’ın temsil etmeye soyunduğu Türk büyük burjuvazisinin kendisine haraç ödemeye devam etmesi için ekonomik kaynak aktarımlarını belirli bir seviyede sürdürmeyi kabul edecektir ancak neo-Bonapartist bir rejim inşası noktasında askerî ve politik desteğini sunmayacaktır. Tersinden Avrasya cephesi ise Erdopan’ın başkanlık rejimi için askerî ve politik bir destek kampanyasına – kendi güçleri oranında – girişecektir ancak bu cephenin de emperyalist merkezlerin teknoloji ve kaynak potansiyelleri ile rekabet edebilecek bir altyapısı, hiçbir şekilde yoktur.

Peki hangi eğilim galip gelecek? Bu soruyu, başka bir sorunun cevabı aracılığıyla yanıtlayabiliriz. Politik zorunluluklar ile ekonomik ihtiyaçların karşı karşıya geldiği deneyimlerden hangisi, ekonomik alanın yapısal ağırlığını koyarak zafer elde etmesiyle sonuçlanmıştır? Cevap, hepsi…

  1. Ek olarak New York Times’da yayınlanmış olan şu yazıya bakılabilir: ‘Türkiye’nin yeni anti-Amerikancılığı’ http://www.nytimes.com/2016/08/04/opinion/turkeys-new-anti-americanism.html
  2. http://www.siyasaliletisim.org/pdf/obamaimajiveABDdispolitikasi.pdf
  3. Burayı biraz açalım: Demokratik gerici politikalar Obama dönemi ile başlamadı. Bu yönelim 1980’lerin ikinci yarısı ile ağırlığını gösterdi. Baba-oğul Bushlar bu dönem içerisinde stratejiyi bozmayan taktikler, kaideyi bozmayan istisnalardı. Zira Obama demokratik gerici politikaları, Bill Clinton’dan devralmıştır.

  4. Verilere göre ABD’nin 2014 senesinde Mısırlı darbecilere yaptığı askeri yardım, yine askeri yardım yapılan 73 ülkenin aldıkları toplam yardımlara eşit. “ABD’nin toplam askeri yardımının yüzde 23’ünü alan Mısır’a 2014’te 1 milyar 300 milyon dolar (3 milyar 365 milyon Türk lirası) değerinde askeri yardım yapıldı. Bu, ABD’nin askeri yardım yaptığı 75 ülkeden 73’ünün toplamda aldığı yardımla Mısır’ın tek başına aldığı yar- dımın eşit olduğu anlamına geliyor.” Bak. http://www.yurtgazetesi.com.tr/dunya/abdnin-misira-yaptigi-askeri-yardim-73-ulkeye-esit-h88518.html

  5. ‘Akıllı güç’ programı, bu kısa yazıda işlenemeyecek denli önemli bir mesele. Clinton’ın kendisini bu öneriye iten nesnel şartlar ile sınıflar mücadelesinin mevcut durumu gibi birçok tartışma başlığı, ABD’nin bu yeni gidişatının başlığı altında işlenebilir. Clinton’ın önerisini detaylı bir şekilde incelemek isteyen okurlarımız, Birleşik Devletler Dış İşleri Bakanlığı’nın resmi sitesinde yayınlanan aşağıdaki belgeye göz atabilirler: http://www.state.gov/s/dmr/qddr/2015/index.htm

  6. http://foreignpolicy.com/2011/04/12/the-war-on-soft-power/
  7. Okuyucu yazının bu bölümünde Trump’ın dış politika önerilerinin neden tartışılmadığını sorabilir. Foreign Policy’de yayımlanmış başka bir makale bu sorunun cevabını veriyor zira Amerikan devlet kurumlarının dış politika ile ilgilenen kümesi, tercihini Clinton’dan ve onun programından yana yapmış durumda. Bak. ‘Cumhuriyetçilerin dış politika geleneğine bir çatal saplayın’ http://foreignpolicy.com/2016/07/27/put-a-fork-in-the-tradition-of-gop-foreign-policy-competence-hillary-clinton-trump-history-security/?wp_login_redirect=0

  8. Ali H. Aslan, “Obama yönetimi Türk yoğurdunu nasıl yiyecek?”, Zaman, 13 Eylül 2010, s. 17.

  9. 15 Temmuz’un ardından Almanya’nın aldığı tutum, darbenin Alman bankerleri ve onların temsilcisi Merkel için ifade ettiklerini özetler nitelikte. Almanya’nın Cologne kentinde darbe girişimini protesto etmek isteyen 40 000 kişilik kitleye önce izin çıkmadı. Basınçlar sonucunda izin çıkınca geniş güvenlik önlemleri alındı. Erdoğan’ın bu gösteriye videolu bir mesaj göndermesi, acil gündem başlığı altından toplanarak kararı veren Almanya Anayasa Mahkemesi tarafından yasaklandı. Ardından Münster Yüksek İdare Mahkemesi, anayasal bir hak olarak yurt içinde gerçekleştirilen gösterilere yurt dışından katılımın, bu hakkın tanımları çerçevesinde bulunmadığını bildirdi. Buna rağmen Alman hükümeti 15 Temmuz’un ardından, ‘Erdoğan’ı Durdurun’ başlıklı 5 gösterinin organize edilmesine izin verdi. Yeşiller Partisi’nden  milletvekili Katrin Göring-Eckardt, Erdoğan’ın AB’ye daha fazla şantaj uygulamasına izin verilemeyeceğini, bunun derhal durdurulması gerektiğini söyledi.     

  10. Yine aynı partiden bir sendikacının yazdıkları dikkat çekici: “Potansiyel müttefikimiz kim? Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşımızda tek dostumuz Sovyet Rusya idi. İkinci Ulusal Kurtuluş Savaşımızda da en önemli dostumuz Rusya Federasyonu.” Bkz. http://www.tekgida.org.tr/Oku/12158/Sendikalar-Emperyalist-Sendikalardan-Para-Almamalidir#.V6icyp3UPGo.facebook

  11. http://odatv.com/putinin-ozel-temsilcisi-ankarada-nerede-agirlandi-1507161200.html
  12. Okuyucularımız yanlış anlamasın diye buraya bir not düşme zorunluluğu hissediyorum: Yukarıda, Dugin 15 Temmuz günü Avrasyacı bir öneride bulunduğu için darbe olduğunu, Türkiye Rusya ile arasını düzelttiği için NATO’nun bu darbe girişimine göz yumduğunu, asla iddia etmiyoruz. Yukarıda anlatılanlar, yalnızca bir eğilim düzeyinde kalan belli başlı dinamiklerin neler ifade ettiklerinin tahlil edilebilmesi için aktarılmaktadır.

Yorumlar kapalıdır.