Referanduma doğru
Liberalizmi öldüren sınıf mücadelesidir! Bu nedenle liberal, sınıf mücadelesi ve devrim fikrinden nefret eder. Bütün bu olguları zihinlerden silebilmek ise ancak “sınıf ve sınıf karşıtlığı” gerçeğinin yok sayılmasıyla mümkündür. Her zaman olduğu gibi bugün de yapılmak istenen budur.
Her türlü sınıfsal egemenlik gerçeğinden uzak bir “cihaz” olarak kendi başına bir “devlet” vardır. Bunun karşısında ise yine sınıfsal egemenlik gerçeğinden uzak devlet dışı, “bireylerin üretim ve özel yaşamlarını (elbette piyasa ekonomisi temelinde) özgürce düzenledikleri” bir “sivil toplum” vardır. Bu ikisi arasındaki ilişki ve çatışma, (üretim ve mülkiyet ilişkilerine ve de sınıflara dair tek bir laf etmeyen) liberalin gözünde tarihin ve toplumsal hareketin asıl itici gücüdür. Bu durumda devlet, askeri ve iktisadi müdahaleciliği ölçüsünde, tabiatta saf bir halde var olan şeytani bir unsura dönüşürken, sivil toplum, yine tabiatta saf halde bulunan, neredeyse tamamen meleklerden müteşekkil bir özgürlük alanıdır.
Liberalizmin iktisadi ve askeri olarak müdahaleci devlete karşı bu bakışı hiçbir biçimde gerçek bir devlet ve ordu karşıtlığını içermez. Sevilen, istenen veya özlenen devlet, bireysel özgürlükler, yani girişim özgürlüğü için gerekli düzenlemeleri yapan “gece bekçisi” veya “gardiyan” devlettir. Onlar, her ne kadar sömürünün sadece iktisadi zor yoluyla fazla bir sorunla karşılaşılmadan sürdürülebildiği “normal şartlarda” her türlü iktisadi ve askeri müdahaleye karşıymış gibi görünseler de, asıl sorunları bu müdahalenin sermayenin çıkarları açısından, istenmeyen zaman ve biçimlerde yapılmasıyla ilgilidir.
Bizim liberallerin “askeri vesayet”le olan sorunu da budur. Yoksa bugün hâlâ sürmekte olan neoliberal saltanatlarının temelinde Türk Silahlı Kuvvetleri’nin “emir komuta zinciri içinde ve emirle” gerçekleştirdiği 12 Eylül Darbesi’nin yattığını bilirler. Ancak bugün artık durum çok farklıdır; mali sermaye artık öyle paşaların falan ağız kokusunu çekemeyecek kadar kanlanıp canlanmış, dünya ekonomik hiyerarşisi içinde yükselmiş, “küreselleşmiş”, özgüven sahibi olmuştur. İşçi sınıfı hareketinin de yakın tehlike teşkil etmediği şartlarda bir burjuva baskı aygıtı olarak TSK’nın teknik gücünü artırırken ayak bağı haline gelmiş özerk siyasi gücünü kırmakta ve onu olabildiğince “özelleştirmekte” herhangi bir sakınca yoktur; tabii, hükümetin İslami yönünün yol açtığı bazı iktisadi, siyasi endişelerin dışında. Yani Türkiye’nin geçmiş şartlarının bir ürünü olan “askeri vesayetin” tasfiye edilme zamanı gelmiştir. Büyük sermaye, Özal zamanından beri şartlara uygun olarak bazen açık, bazen de kapalı biçimde bu işin peşindedir; o birçok sosyalistin dahi ağzının suyunu akıtan TUSİAD’ın demokrasi raporlarının sebebi hikmeti budur. Yani, liberalimiz genel olarak TSK’ya değil, onun siyasi bir parti refleksi gösteren, “her işe salça” ve askeri açıdan başarısız ve beceriksiz (hatta kötü niyetli) olduğuna inandığı komuta kademesine karşıdır.
Kalkacak olan “vesayet” işçi sınıfı ve emekçiler üzerindeki vesayet değil, büyük sermaye üzerindeki vesayettir. TSK yine geçmişteki sınıfsal işlevini yerine getirmeye devam edecek, ancak bir ihtimal (başarıldığı takdirde) mesela güçlü bir burjuva hükümetinin milli savunma bakanına veya aynı zamanda başkumandan da olan “bay başkan”a bağlı olacaktır…
Liberal Hegemonya!
Anayasa değişikliği referandumunda “evet” dememek için “bin dereden su getirmeye” gerek var mıydı diyen okura hatırlatacağım şudur: Bir “evet” uğruna da “bin dereden su getirenler” vardır ve sosyalist sol üzerindeki etkileri giderek artmaktadır. Liberalizmin sağından soluna gidildikçe söylemde bazı farklılıklar olsa da “evet”in gözümüze sokulan gerekçesi “12 Eylül döneminin kapanması, askeri vesayetin tasfiyesi ve demokrasidir!” Yani “hayır” diyen veya “boykot” edenler, kimi liberallere göre oğrudan “12 Eylülcü ve statüko yanlısı”dır, imilerine göre de en azından akılsız ve kavrayışsızdır. Bu konuda “sek” liberallerin ifadeleri daha sert ve tehditkârdır, çünkü asıl amaç, liberalizmin “iskambilden kulelerini” yıkabilecek sınıf karşıtlıklarını vurgulayan devrimci sosyalist kesimin ideolojik-politik tasfiyesi ve cinsiyetsiz, yani sınıflar üstü bir demokrasi alanına sıkıştırılmasıdır. Soldaki liberallerin söylemi ise daha çok sosyalist olarak hayatta kalmamıza yönelik (tabii, yine aynı cinsiyetsiz demokrasi ve “sivil toplum” alanı içinde), yani bir nevikendi iyiliğimiz içindir! Bu kesimin önde gelenlerinin “evet’ gerekçeleri ilginçtir. Bir kısmı için anayasa değişiklikleri 12 Eylül döneminin sonudur. Bir kısmı ise olup bitenin elbette öyle gerçek bir demokratikleşmeyle falan ilgisinin bulunmadığını, AKP’nin de demokrasiyi falan dert edinmediğini, ama “evet” oyu vermezsek, kitlelerin gözünde ve AKP’nin dilinde sonsuza kadar “statüko yanlısı” durumuna düşeceğimizi söylemektedir. Yani, hangi niyetle “hayır” dersek diyelim veya referandumu “boykot” edelim, vesayetçi ve statükocu CHP ve MHP ile aynı çizgiye düşeriz. (AKP, SP ve BDP çizgisine düşmekte nedense bir sakınca yoktur!) Dolayısıyla doğru tavır “Yetmez ama Evet!” olmalıdır.
Bazı Sorular
Bu arkadaşlara bazı sorular sormak gerekiyor; hani mevzuun daha iyi anlaşılması açısından. Mesela bu anayasa değişikliğine, bunca “yetmez”liğine rağmen neden “evet” diyelim? Yoksa devamı mı vardır, yani demokratik manada? Hükümet, “12 taksitte demokrasi” kampanyası başlatmış olabilir mi; ancak bu durumda arkadan gelecek taksitlerin neleri içerdiğini de bilmemiz gerekmez mi? Mesela bu pakete konmayan kimi maddeler YÖK, Seçim Kanunu ve barajın düşürülmesi, Siyasi Partiler Kanunu, kamu çalışanlarına grev hakkı, Çalışma ve Sosyal Güvenlik yasalarında çalışanlar lehine değişiklikler, sendikalaşma hakkının gerçekten güvence altına alınması, Kürtlerin eşitliğine ilişkin düzenlemeler vb. sonraki paketlerde mi yer alacaktır? Bunların daha sonraya bırakılması neden uygun görülmüştür? Her şeyden önemlisi, eğer bu anayasa değişiklik paketi “yetersiz” ise neden yeterli bir paket hazırlanmamış veya anayasa tümüyle değiştirilmemiştir? Niyet gerçekten demokratik midir!?
Sormaya devam edelim; mesela grev hakkını içermeyen ve sonu “zorunlu tahkim” olan bir toplu sözleşme hakkının, eski “toplu görüşme”den farkı nedir? Yasanın bir fıkrasında grevler “ekonomik menfaat” şartına bağlanırken bir başka fıkrasında genel grev, hak grevi, siyasi grev yasağına ilişkin ifadelerin kaldırılması, bunların gerçekten serbest olduğu anlamına mı gelmektedir? Grev hakkını fiilen ortadan kaldıran grev ertelemelerine ilişkin işçi lehine herhangi bir değişiklik neden yoktur?
Bildiğimiz AKP’nin bu hakları verdiğini veya vereceğini açıkça ilan edebilecek bir liberalimiz var mı? Ben şahsen özellikle “Yetmez ama Evet!”çi arkadaşlardan demokratik geleceğimizle ilgili bir “garanti belgesi” talep etmiyorum; ama kendileri, okumuş yazmış insanlar olarak, sınıflar mücadelesi tarihinde eksik ve yetersiz “kazanımların” çoğu zaman kısa sürede nasıl kaybedildiğini, yine çoğu zaman yetersiz olana “evet” demenin nelere mal olduğunu biliyor olsalar gerek. Bu konularda hemen hiçbir şey söylemeyip söylediğinde de eksik ve bazen düpedüz yalan söyleyenler, “Evet’ deyin, yoksa statükonun cehenneminde yanarsınız!” deme hakkını nereden almaktadırlar? Eğer kimi soldan liberallerin açıkça belirttiği gibi, AKP’nin asıl amacı demokratikleşme falan değilse, o zaman nedir? Bunlar ve daha bir yığın soru…
Gerçek Amaç
AKP’nin iktidarının sekizinci yılında ve genel seçimlere, daha sonra da cumhurbaşkanlığı seçimlerine (Gerçi henüz Abdullah Gül ile ilgili sonuçlanmamış bir süre tartışması var!) az bir zaman kala bu “demokratik” değişiklikleri gündeme getirmesi, eğer yüksek yargıya ilişkin ve sorumsuz cumhurbaşkanının gücünü artırıcı birtakım maddeleri içermeseydi tuhaf kaçabilirdi, “Bayram değil seyran değil…” misali! Ancak ortada anlaşılmaz ve tuhaf bir durum yoktur. Yapılmak istenen, neoliberalizmin yeryüzündeki temel eğilimlerine uygun olarak “yürütmenin güçlendirilmesi”dir. Bu eğilim aslında büyük sermayenin ve onun siyasi temsilcilerinin “otoriterlik” eğiliminden başka bir şey değildir. Üstelik liberalizmin temel tezleriyle de çelişmez. (Totaliterliğe hayır, ancak gerektiğinde otoriterliğe evet!) Yürütmenin yasama ve yargı üzerindeki anayasal üstünlüğü, “başkanlık sistemi” ile de birleştiğinde bu asker ve polis destekli otoriterliğin işçi sınıfı, tüm emekçiler ve yoksullar açısından ne anlama geleceğini görürüz. Amaç “başkanlık sistemi” ve bu arada Başbakan Erdoğan’ın “Başkan” olmasıdır. Bu, işler yolunda gittiği sürece, siyasetin
“doğrudan” mali sermayenin eline geçmesi, yani her türlü istenmeyen vesayetten azade “doğrudan” yönetimi anlamına gelecektir (Amerikan tipi). Karşı çıkılması gereken sadece Erdoğan’ın başkanlığı değil, birçok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de burjuva diktatörlüğünün muhtemel bütün biçimlerine açık olan başkanlık sistemidir (Bonapartist, askeri ve faşist tipleri).
Hayır!
Ben devrimci sosyalistlerin her türlü “demokratik kafa karışıklığı”ndan uzak bir tavırla “Hayır!” demelerinden yanayım.
“Boykot” bana göre, ancak baskı ve zor altında “evet”ten başka bir seçeneğe izin verilmediği durumlarda veya “devrime beş kala” başvurulacak bir taktiktir; tabii, eğer sağ ve sol “liberal demokratların” bizi kıstırmak istediği “demokratizm” kapanına kısılmadıysak veya daha yüce amaçlar uğrunda “dünya işlerinden” elimiz ayağımızı çekmediysek! Evet kendi “hayır”ımızı açık ve bağımsız bir biçimde sandığa taşımalıyız. Bu, AKP’nin geriletilmesi ve önümüzdeki seçimler açısından da çok önemlidir. Bizi diğer AKP muarızlarından ve milliyetçi-ulusalcılardan farklı kılan sınıf temelli devrimci düşüncelerimizi vurgulayabildiğimiz sürece mesele yoktur; AKP’nin, çoğunun ikinci tercihinin MHP olduğu bilinen seçmen kitlesinin sırtından “liberal devrimlerini” yapmaya kalkan “sek” liberallerin “statükocuk ve 12 Eylülcülük” gibi suçlamaları, bırakın devrim ve devrimcilikle ilgisini çoktan kesmiş “özgürlükçü” sol liberalleri, sivil toplumcuları korkutsun. Bize vaat edilen hiçbir “demokrasi” yoktur. O demokrasi ancak işçilerle gelecektir. Yazının başında “Liberalizmi öldüren sınıf mücadelesidir!” demiştim.
Evet liberalizm sınıf mücadelesi ve devrim fikrinden ölesiye korkar. TEKEL direnişi ve Yunanistan’daki kitlesel protestolar karşısındaki düşmanca tavırları bunun yakın örnekleridir. O nedenle liberalizm demokrasiden çok polise (ve denetlenebilen “özel” ordulara) güvenir. Troçki, “Rus Devrim Tarihi”nde anarşizmle liberalizm arasındaki “ilginç” ilişkiyi ele alırken “Liberalizmin ilkeleri aslında polis faaliyetiyle bir arada yürütülmeden yaşayamaz. Anarşizm, liberalizmi polisten arındırma girişimidir. Ama nasıl oksijen saf halde solunabilir değilse, polisiye unsurdan ayıklanmış liberalizmin ilkeleri de toplumun ölümü demektir. Liberalizmin karikatürvari gölgesi olan anarşizm, genel olarak liberalizmin akıbetini paylaşır. Liberalizmi öldüren sınıf karşıtlığının gelişmesi anarşizmi de öldürür…” der… Devrimci sosyalizmin liberalizme vereceği hiçbir hesap yoktur. Yeter ki kendi kendine hesabını verebilsin..
Yazan: Hakkı Yükselen, 29 Temmuz 2010
Yorumlar kapalıdır.