Brexit’ten Trump’a: Demokrasiyi ne yapmalı?

Liberal demokrat akımlar ile bu akımlarla içli dışlı olmuş dünya solunun ezici bir çoğunluğu Brexit ile başlayan sürecin Trump’ın iktidara gelmesiyle taçlandığını iddia ediyorlar. Kendilerinin süreci adlandırma sırasındaki en çok kullandığı kavram “popülizm”. Zira iddialara göre Brexit de Trump da, başarılarını söylemlerinin “popülist” niteliklerine borçlular. Aynı siyasi mantık, Avusturya seçimlerinde neoliberal reformlar yanlısı “çevreci” adayın %53 oranında ve hiç şüphesiz pro-faşist olan neo-Nazi partisinin %46 oranında oy almasına “solun zaferi” dedi. Acaba %46’lık bir oy dilimini kazanmış olan ve buna rağmen yenik sayılan neo-Naziler söylemlerini yeterince “popülist” bir şekilde ifade edememişler miydi?

Bu siyasi mantığın, sınıflar mücadelesinin uluslararası düzleme tezahür eden çeşitli biçimlerini yorumlamadaki yetersizliği apaçık ortada. Elbette Liverpoollu liman işçilerinin kapitalist Avrupa Birliği’nden çıkış yönünde oy kullanmaları ile Detroitli otomotiv işçilerinin “değişim” talep eden tek adayı, Trump’ı tercih ediyor olmaları, cani ve barbar bir demokrasi düşmanlığı anlamını taşımıyor. Emekçilerin tercihlerini ve reflekslerini bu denli yanlış yorumlamanın varabileceği biricik sonuç, o yere göğe sığdırılamayan sözde demokrasi daha da tahrif edilirken, ona eşlik edecek olan mutlak şaşkınlıktır.

Solun bu denklem içerisindeki pozisyonu ise daha tehlike bir olasılığa işaret etmektedir. Solun büyük bir kısmı Brexit’in ardından, AB karşıtı bir öfke seli biçimde dışavurulan anti-kapitalist iradeyi, liberal demokratlarla kol kol girerek sistem içi mevzilere çekmek için elinden geleni ardına koymadı. Benzer biçimde Trump’ın iktidara gelişi karşısında sol (misal Noam Chomsky’nin yaptığı üzere), aslında siyasi arzularını iki partili aristokratik seçim paradigmasının dışarısında ifade etmek istediklerinin mesajını vermiş olan kitleleri tekrar aynı paradigmanın, aynı açmazın içerisine davet etti. Bütün bu politik tercihlerin bilançosu, sözde “demokratik” mekanizmalar kitlelerin gözünde prestij kaybettikçe solun da onlarla birlikte toplumsal bir tükenişle karşı karşıya kalacağına işaret ediyor.

Buradan çıkarılması gereken sonuç solun, sırf kurulu düzenin mevzilerini savunuyor olmamak adına Brexit’te yabancı düşmanı partilerle birlikte veya ABD seçim süreçleri sırasında Trump’ın kadrolarıyla beraber işbirliği yapması gerektiği – elbette – değildir! Tersine ikisiyle de savaşılması gerekir. Ancak Trump’tan neo-Nazi yapılanmalarına dek; bu karşı-devrimci aparatlarla savaşılmasının yolu sistem dışı alternatiflere açık olduklarını deklare etmiş bulunan kitleleri gerisin geri yeniden sistem içi mevzilere çağırmak değildir. Solun görevi liberal demokrasiyi savunmaya değil, onun yerine başka bir sınıfın, işçi sınıfının demokrasisini inşa etmeye çağırmaktır.

Antik Yunan filozofu Platon, “Devlet” başlıklı meşhur yapıtında “Ve yoksullar kazandığı zaman, sonuç demokrasidir.” diye yazmıştı. Onun öğrencisi Aristo ise demokrasi terimini tanımlarken, onu “özgür doğmuş olanların ve yoksulların hükümeti denetledikleri” sistem biçiminde tarif ediyordu. Ancak demokrasinin bu içeriği, egemen sınıfların bizzat kendileri tarafından değişime uğratıldı. Kitleler nezdinde, liberal demokrasi savunuşu bugün itibariyle toplumsal eşitsizliklerin meşru oluşunu savunmakla eşdeğer bir anlam kazandı. Bu bağlamda sol, “demokrasiyi yeniden kazanmak” ifadesini her kullandığında, demokrasi kavramını sınıfsal iktidarın özüne ilişkin olmayan biçimsel bir anlamda kullanmaya ve aslında bu demokrasi biçiminin çeşitli farklılıkları değil ancak uzlaşmaz karşıtlıkları gözlerden gizleyici karakterini yeniden ve yeniden üretmeye devam ediyor.

Bu çerçeve içerisinde ağırlığı ve önemi oldukça artan demokratik taleplerin rolü nedir peki? Demokratik talepler ile liberal demokrasi arasındaki tek ortak yön, fonetiktir. Demokratik geçiş taleplerinin en önemli işlevi, demokrasinin iktisadi temelinin kapitalist olduğu bir sistemde, yani demokrasinin liberal biçimleri eşliğinde bu taleplerin hayat bulamayacağıdır. Bu bağlamda demokratik talepler aslında içerik olarak son derece “anti-demokratik” bir karaktere sahiptirler. Demokratik talepler, “demokrasiyi” egemen sınıfların kabul edebilecekleri (ve aslında ettikleri) bir ideal olmaktan çıkarmanın yoludur. Solun, parlamenter demokrasinin neden terk edilmemesi gerektiği yönünde vaazlar vermesi yerine, sınıfsal egemenlik ve sömürü ilişkilerini muğlaklaştırıp meşrulaştıran demokrasi anlayışının aleyhindeki demokratik talepleri öne sürmesi, yükselmekte olan yeni sağ (Trump, UKIP, neo-Naziler) ile mücadele etmenin en verimli ve sonuç alınası yöntemidir. Aksi taktirde Trump’ın seçilmesinin koşullarını hazırlayan parlamento kurumunun koltuk değnekleri olmak dışında başka bir rol üstlenemeyeceğiz. 

Yorumlar kapalıdır.