Fuat Ercan ile kriz söyleşisi: “Büyük Balık küçük balığı yutamaz, hızlı balık yavaş balığı yutar”

Marmara Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İktisat Bölümü’nde profesör olan hocamız Fuat Ercan ile kışın soğuğunda ve elektrik kesintilerinin tam ortasında buluştuk. Hocamız ile yaklaşan ekonomik kriz hakkında gerçekleştirdiğimiz söyleşiyi okurlarımızla paylaşıyoruz. Gazetemizin bir önceki sayısı için değerli dostumuz ve hocamız Kurtar Tanyılmaz ile yaptığımız ve bu sayımızda Fuat Ercan ile yapılan süresi bir saati aşan söyleşilerin tam metnini Şubat ayı içerisinde web sitemizde yayımlamayı planlıyoruz.

Röportaj: Bahadır B., Sedat Durel

BB: Türkiye 2009’da küçülmüştü, daha sonraki yıllarda 2010-11’de %9, %10 gibi büyüme oranları yakaladı. Şimdi uzun bir aradan sonra ilk kez küçülme oranları yayımlanmaya başladı, %1,8. Sizin de bahsettiğiniz kaynak yaratma problemleri ile düşündüğümüz zaman artık Türkiye’de 2017’de büyüme mümkün olur mu?

FE: Soros bir kriz döneminde “Krizin belirgin özelliği, herhangi bir dış darbeden kaynaklanmamış olmasıdır. Krizi sistemin kendisi yarattı.” diyerek değişen tek şeyin rakamlar olduğunu söylemişti. Bu ifade bugün Türkiye’de yaşanan değişimi anlamaya çalışan bizlerin temel problemi. Evet kriz kendisini güncel bir dizi değişkende açığa çıkarıyor. Ama bu açığa çıkan değişkenleri rakamlar üzerinden yani büyüme, sermaye girişleri, faiz oranları TL’nin yabancı paralar karşısındaki değer kayıpları ile mi incelemeli? Toplumsal ilişkileri makro veri seti ve özellikle fiyatlar üzerinden açıklamanın varabileceği iki yer var. Rakamlarla oynandığını söylemek, veya rakamlarla işaret edilenlerin “hormonlu”, “spekülatif” olduğunu ifade etmek. Bu rakamlar önemli ama Türkiye’nin dünya kapitalist sistemine entegrasyon sürecindeki birikime ait zorunluluk ve açmazlarını; aynı zamanda da siyasi iktidarın içsel dinamikler ile dünya ölçeğindeki dinamikler üzerinde son dönem de artan müdahaleleri de değerlendirmeliyiz. Bu iki değişken bize büyüme ile doğrudan bağlantılı kriz açıklamaların yetersizliğini gösterir. Türkiye’nin 2017 ve devam eden yıllardaki büyüme rakamlarını belirleyen tam da bu dinamik süreçti. Türkiye’nin 2001 yılında yakaladığı sermaye girişi ve bu girişin büyüme ile bağlantıları Soros’un işaret ettiği gibi sadece rakamlardaki değişim değildi. Türkiye’de büyüme verilerinin dinamik belirleyeni sermaye ve siyasi iktidarın emek-gücü üzerinde uyguladığı baskılama mekanizmaları ve doğanın birikim sürecine eklemlenmesidir. Büyümenin gerçek kaynakları bu olmuştur. Birikim sadece üretim süreci ile ilgili olmayıp siyasi iktidar ve kurumların yapısı ile de ilgili idi. 2017 yılını belirleyecek en önemli etmen Türkiye’de siyasi iktidarın sermayenin kendi mantığı ile değil -Tayland’da Tahsin Şinavatra ve ekibinde de gözlemlendiği gibi- siyasi iktidarın ülke içinde dışlayıcı karar alma süreçlerini hızlandırması olacaktır. Otoriter ve zamanla totaliter dışlayıcı işleyiş ve bu işleyiş sermaye birikiminin tarafları arasında önemli sorunlar yaratıyor. Bu sorun ABD’de başlayan değişim ve Ortadoğu’daki gelişmelerle doğrudan ilintili. Bu çok değişkenli dinamikler açısından 2017’de büyümenin istenilir bir düzeyde olmayacağını bizlere gösteriyor.

BB: Bu tablo içerisinde Erdoğan niçin ısrarlı bir biçimde faiz indiriminden bahsediyor?

FE: Bu süreç ve sürece dahil olan sınıflara özgü bir olgu. Hatta AKP’nin kendi gerilimindeki bir nokta belki de burada patlak verdi. Siyasi iktidar kendi varlığını yeniden üretmek için bir taraftan sermaye varlığını yeniden üretmek zorunda, bir taraftan da kendi varlığına meşruluk kazandırmak için vatandaşlar nezdinde meşruiyet kazanmak zorunda. Bunun iki tane referansı var. Çok yoksul olanlara sosyal yardımlar, sermaye birikimi olanlara da teşvik verecek. İkincisinin en önemli belirleyenlerinden biri de faiz oranları. Boşuna faiz lobisi demiyorlar. Yüksek faiz küçük-orta işletmeler için ölüm demektir.

BB: Ama bunu sadece Erdoğan istiyor gibi görünüyor.

FE: Hayır, başkaları da var. Bundan çıkarı olanlar O’nun yanında.

SD: Ama Erdoğan’ın kendisi bile bu konuda çok yalnızım diyor.

FE: Yok. Bu görüşü destekleyen pek çok kimse bakanlıklarda, kurumlarda vardır. Genel olarak şöyle denilebilir. Ekonomiden sorumlu devlet bakanları genellikle büyük sermaye ile ilgilenme işini üstleniyordu. Mesela Babacan. Bir de sanayi ve teknoloji gibi bakanlıklarda daha çok küçük-orta boy işletmelerin talepleriyle ilgileniyorlardı. Mesela Mehmet Şimşek ile Erdoğan arasındaki farklılıklar ortaya çıktı. TÜSİAD başkanının konuşmasının son 5 dakikası bu faiz indirimi tutumunun karşısındakileri gösteriyor. Ama sanayi ile ilgili küçük orta boy işletmelerin yanlıları da bir sürü kurumdan destek alıyordur. Bu dönemde siyasi iktidarın küçük orta boy işletmelerin desteğini almaya çalışırken yaptıkları büyük bir kriz yaratıyor. Bu yüzden uluslararası sermayeyle entegre olan sermaye ile en çok çatışılan dönemdeyiz. Eğitim sisteminde TÜSİAD gibi büyük yapılar daha nitelikli elemanlara ihtiyaç duyarken, bakan kalktı dedi ki bizim yüksek kademeli değil orta kademeli elemana ihtiyacımız var. O çatışma devam ediyor. Şimdi uluslararası sermaye ile yerel sermaye de tam da bu gerilimli hatta duruyorlar. Bu gerilimin kontrol edilebilmesi için hükümetin kaynak bulması gerekiyor. Bunun için bir; çılgın projeler yaratacak. İki; yine doğayı ve emek gücünü baskılamaya yönelecek. Üç, belki de büyük ölçekli sermayenin şu an en tedirgin olduğu şeye, kayyum sisteminin derinleştirilerek uygulanmasına, el konulmalara yönlenilecek. Hatta bu uygulamanın döviz biçimindeki banka hesaplarına da uygulanması gibi ihtimaller var.

Bu ihtimalleri hesaba katsak, doğayı daha hızlı tahrip etmek ve kayyum uygulamalarını sürdürebilirse kısa erimde Türkiye’de büyüme bir süre artar. Ama uzun erimde Türkiye iyice kaybeder.

BB: Sermaye kaçar!

FE: Bence şu anda Türkiye’de sermaye önemli ölçüde döviz formuna geçerek hızlı bir çıkışa başladı. Buna sektör bazlı bakmak lazım. Bu çıkışı çok belirgin kılarlarsa siyasi iktidarın tüm tepkisini üzerlerine çekmiş olurlar. Bir strateji geliştirmeleri gerekir. Mesela bazı sermaye gruplarının şu anki sermaye yapısını döviz formuna çevirme eğilimi içine gireceğini söyleyebiliriz. Bu sermaye gruplarının doların değer kazanması ile büyük bir kazanç sağladığı Deutsche Bank’ın raporu ile ortaya çıktı. Bu çok önemli bir şey. Tabii burada şöyle bir tuzağı da hatırlatmak isterim. 2001 öncesinde Tansu Çiller Anadolu sermayesinin bankalarına “Tansu bacınız sizi zor durumda bırakmaz, devalüasyon olmayacak” dedi. Bir devalüasyon oldu, gitti. Şimdi döviz üzerinden borçlandığı için önümüzdeki dönem kamunun kaynak yaratmasını bırakalım bu borçlar nasıl döndürülecek? Önünde çok büyük engeller var. Bir başka şey de Ortadoğu’daki gerilimli süreç, savunma harcamalarının artması. Pekiyi, bunu nasıl karşılayacak? Bence aklımıza hemen kaynakları hızlı seferber etmenin bir yolunun da doğrudan seferberlik olduğu gelmeli. Seferberlik de bir biçimde dile getirildi. Trump’ın ne yapacağı da gelecekte belirleyici olacak. Bu dinamikler Türkiye’nin birkaç yıl yüksek büyüme rakamlarına yönelemeyeceğini gösteriyor diyebiliriz. TÜİK’in veri setinde oynaması bu sürecin devam edemeyeceğini bize gösterdi.

SD: Bir de borç meselesi var. 2003’lerden beri borç kamunun değil, özel sektörün borcu olarak büyüdü. Sizce bunun sonuçları neler olacak?

FE: Siyasi iktidar övünerek borcu azalttık dedi. Evet doğru, çünkü borç yapısı Türkiye’de kapitalistleşmenin iç mantığıyla ilgili. 2000’li yıllardan itibaren senin de dediğin gibi kamu borçlanması azalma eğilimine girdi. Özel sektör firmalarının ve hane halkının borçları çok çok arttı. Fakat artık bu da doğru değil. Kamunun 2011’de 64 milyar olan borcu 2016’da 127 milyara çıkmış durumda. Dış borç ve döviz biçiminde. Mesela hane halkının borcu ise 4 milyardan 140 milyara çıkmış durumunda. Şirketlerin borcu da 43 milyardan 290 milyara çıktı. Dolar bazında hepsi. 2-3 yıl önce Nouriel bu krizi önceden söylemişti. Hatta o dönem yine ekonomiden sorumlu bakan Ali Babacan’la sanayiden sorumlu bakan Zafer Çağlayan arasında kavga vardı. Nouriel dedi ki bir konuşmasında, “Türkiye ekonomisi frene basmalı.”, çünkü kriz çıkacak. Frene basması demek küçük ve orta boy şirketlerin aynı hızda büyümemesi anlamına geliyordu. Zafer Çağlayan ise “biz gaza basacağız dedi.” İşte bu Türkiye’nin büyük problemi. Tüm konuşmaları küçük ve orta boy şirketlerin istekleri doğrultusunda gidiyor. Büyüyeceğiz, diyor. Faiz lobisi, diyor. 2023’ü hedef gösteriyor. Orada öyle bir yapı var. Babacan ise utangaç bir söylemle bunu biraz durduracağız, azaltacağız, büyüme rakamları böyle devam edemez diyordu. Tasarruf açığı, cari açık ve kamu açığı; üçlü açık dediğimiz şey devamlı artıyor.

SD: Biraz önce Koç grubunun, yatırımlarını dolara çevirdiğini söylediniz…

FE: Deutsche Bank raporunda dile getirilmiş, detayı bilmiyorum. Demek ki, bazı sermaye grupları daha proaktif davranarak yüksek miktarda döviz biçimde gelir elde ediyorlar ve geleceğe ait negatif projeksiyonları var.

SD: Bu durumda içinde bulunduğumuz belirsizlik kimi büyük burjuvalar için bir kıyamet olmayabilir mi?

FE: Bu neye bağlı? Biz bir dönem ne diyorduk? Büyük balık küçük balığı yutar. Diyelim ki, kriz geldiğinde altta kalanların canı çıkıyor, üsttekiler ise devam ediyordu. 2001 krizinde Yapı Kredi ve Pamuk Bank’ı Karamehmet’ler kaybetti. Yapı Kredi’yi Koç grubu ele geçirdi. Banka sermayesi önemliydi. Uluslararası Bankacılar Birliği birden mevduat karşılık oranlarını yükselttiği için bunu karşılamayan bankalar iflas etti. Ama Koç hızla İtalyan bir ortak bularak bundan kurtuldu. Hem de Yapı Kredi’yi aldı.

Şimdi işte hızlı balık yavaş balığı yutuyor. Bu konuda Marx’ın Kapital II’yi okumak gerek. Sermayenin döngü hızı, sermeyenin büyüklüğünün yanı sıra önemli bir değişken haline geliyor. Bunu en iyi bilen Boyner’di. Ne dedi? “Bizim ayakta kalabilmemiz için yağlarımızdan kurtulmamız gerekiyor. Hızlı koşmamız lazım.” Kapital I ve III’ü, Kapital II üzerinden yeniden okumamız gerekiyor. Sermayenin döngü hızı artı değer yaratırken, toplam sermayenin zaman içindeki hareket yeteneğini artırıyor. Sermayenin organik bileşimi arttıkça hantallaşma yaşanıyor. Bu günlerde daha önemli olan nokta açığa çıkan sermayenin yeni değerlenme alanlarına yönelebilme yeteneği. Bu yüzden siyasi iktidar(lar) yeni metalaşma için altyapı olanaklarını hazırlıyor. Biyolojik çeşitlilik, konut sektörü, su, madenler bu değişimi işaret ediyor. Bu sektörel değişim anlamına geliyor. Koç grubunun 2008 krizinde baba yadigarı olan Migros’u bırakması bir nevi yük atması ama enerji sektörü gibi yeni metalaşma alanlarına yönelmesi buna örnek olarak gösterilebilir.

Şimdiki krizde yükü kimler atacak? Hangi boyutta atılacak, onu bilmiyorum. Sermayelerin sektörlerle olan ilişkileri, leverage oranlarına, kullanılan dışsal finansın döviz ve Türk lirası olmasına ve çok daha önemlisi siyasi iktidarla kuracakları ilişkilere bağlı olarak değişecek. Başarısız FETÖ darbesi olarak tanımlanan süreç içinde FETÖ’cü denilen sermaye-şirketlere el konması, kayyum atanması bunun en iyi örnekleri. Diğer yandan artan belirsizlik ve risk üretim ve tüketim faaliyetlerinin ertelenmesine neden olduğu ölçüde sermaye ve dolayısıyla üretim üzerindeki etkilerini açığa çıkaracaktır. Bunu da banka mevduat oranlarının hızla artıyor olması ama buna karşılık tüketimin aynı hızda artmıyor olması ile gösterebiliriz. Yani üreticiler ve tüketiciler ellerinde para-sermaye tasarruf oranı olsa bile bunu dolaşıma sokmaktan imtina ediyorlar. Bütün şirketler ellerindeki nakitin bir kısmını belirsizlik karşısında ellerinde tutarlar. Bu toplam sermayenin içinde bir sızıntıdır. Bu da ekonominin durgunluğuna yol açar. Şimdi büyük bir ihtimalle şu an Türkiye’de üreticiler de, tüketiciler de önümüze bir bakalım diyor. O yüzden Erdoğan ve arkadaşları ne dedi? Yastık altındakileri çıkarın!

Normalde yastık altı olmaz kapitalizmde ama bu dönemlerde oluyor. O yüzden büyüme rakamlarıyla ilgili soru da bu değişkenlere bağlı. Kim ne kadar bu süreçte ayakta kalabilecek, göreceğiz.

SD: Son sorum şu hocam; sizce burjuvazi yaklaşan krizin maliyetini nasıl dağıtacak?

FE: Dikkat ederseniz konuşurken hiç iktisadi kriz ifadesini kullanmadım. Çünkü kriz iktisadi bir dille açıklandığında sadece fiyatlar üzerinden ve bir adım daha atacak olursak sermayedarların kendisini yeniden üretebilmesine referansla kullanılıyor. Oysa Türkiye pratiği bize bir şeyi çok açık gösterdi. Türkiye’deki bu krizi anlamak için en azından 3-4 değişkeni çok iyi bilmek lazım.

İlk olarak belirleyici olan uluslararası ortamda Türkiye’nin gittikçe artan açmazlara yönelmesidir. Demin söylediğin şey var ya, hiçbir şeyi çözemiyorlar demiştin. Türkiye’de krizin maliyetinin nasıl dağıtılacağı husunda AB, Ortadoğu, vb. konularda Türkiye’nin konumuna bakmak lazım. Ortadoğu ve Rusya ile ilişkiler biraz da Trump’a bağlı. Trump, bağlantıları zayıflatacakken Çin birden Latin Amerika ve Türkiye ile bağlantı kurmaya çabalıyor. Uluslararası ortam o kadar hızlı ki, o yüzden bu ortamda Türkiye, uluslararası dünya ölçeğinde sermeyenin değer yaratma güç ilişkilerinde nerede olacak sorusu belirleyici önem kazanıyor.

İkinci olarak Türkiye’deki siyasi iktidar kitle desteği almak için -ki bu faşizmin de tabanını oluşturabilecek bir şey- Anadolu’da iş yerlerini kaybeden küçük ölçekli işletmeleri mi destekleyecek yoksa büyük ölçekli sermeyenin istekleri doğrultusunda mı bir dil kuracak? Bu dönemde sermaye ile iktidar arasındaki iç gerilim burada açığa çıkıyor. Büyük ölçekli sermaye kendisini bir siyasi güç olarak hiç göstermedi. En son TÜSİAD başkanı bir konuşma yaptı, ama göstermedi. Eğer siyasi iktidar politik bir kriz içinde olmasaydı büyük sermayeye pekala oynayacaktı. Fakat ayakta kalabilmesi için Anadolu’daki küçük ölçekli işletmelere ve oradaki insanların kitlesel desteğine ihtiyacı var. Bu desteği sağlamak için bu maliyeti küçük işletmelere bu dönemde yıkamaz. Yıkamadığında da uluslararası sermaye ile büyük ölçekli sermaye bunun maliyetini nasıl üstlenecek? Burası benim veya herhangi birisinin şu an çözebileceği bir şey değil, zaten bu çözümsüzlük Türkiye’deki Bonapartizmin cisimleştiği yer aslında.

Üçüncüsü tabii ki bu ilk ikisiyle de bağlantılı, Türkiye geç ulus devlet ile geç sermaye birikimini sancısını yaşıyor. Burada Kürtlerin ve Kürt özgürleşme hareketinin nerede yer alacağı da önem kazanıyor. Şimdi bir sermaye birikim tarihi evreleri var. Bir de ulus devletin tarihi evreleri var. Türkiye’deki bu Kürt hareketinin arkasında bu geç ulus devlet ile geç sermaye birikimi mantığı yatıyor. Biz bunun gerilimlerini yaşıyoruz. O nasıl çözülecek?

Dördüncüsü Türkiye’de sayıları gittikçe artan ve gittikçe güvencesizleşen, emeğini sunarak geçinen insanlar yani ücretlilerin bu denklem içindeki yeri çok çok problemli. Çünkü oraya da baktığımızda önümüzdeki dönemde en çok zarara uğrayacak kesim bu. Şimdi burada da kavramlar önem kazanıyor. Metalaşma, ticarileşme, piyasalaşma ve özelleşme başka kavramlardır. Bizim sol bunları hep birbiri yerine kullanıyor. Türkiye’de kamuda gerçekleşen şey, bir dönem ticarileşmeydi. Yani kamu hizmetinin üretiminde bildiğimiz kamu çalışanları kullanılıyordu. Ama nihai ürün vatandaştan bir karşılık alınarak gerçekleşiyorsa buna ticarileşme demek lazım. Bu durumda kamu hizmetlerinin metalaştığını söyleyebiliriz. Metalaşma demek, verimlilik, etkinlik, akreditasyon gibi sermayenin bildiğimiz yöntemlerini kullanmasıdır. Kamu çalışanları artık metalaşma süreci içine giriyor. Sağlık ve eğitim çalışanları bu süreçte 6-7 yıldır bu süreç içinde. bu krizin maliyetini en çok üstlenecek kesimin başında onlar geliyor. İkinci kesim ise mülteciler. Suriye’den gelenlerin ücretliliğin tüm yapısal bileşimlerini değiştiren bir konumda olması… O yüzden ücretliler dediğimizde zorunlu göç eden ama artık 3 milyonu aşan mültecilerin ücretlilik yapısında meydana getireceği etki çok çok büyük olacaktır. Bu mücadeleyi de olumsuz etkileyecek, bu sefer karşımıza bu iki faktörün yanında bir de işsizlik çıkacak. Bu sadece mavi yakalı işsizlik değil, beyaz yakalı işsizlik de olacak.

Bir de Türkiye’de son dönemde sektörel değişim yaşaması gündemde olan yükselen sektörler var. Enerji, makine, toplam katma değeri düşük olsa da inşaat sektörü gibi… Bir de düşen sektörler var tekstil mesela. Emek haritalandırması yapacak olursak sektörel bazda yaşanan değişimlerde baskı hem sektörlerde olacak hem de siyasi iktidarın stratejik olarak yoğunlaştığı sektörler olacak. Sonuç olarak tekstil sektöründe istediğiniz kadar örgütlenseniz de sermaye oradan çekiliyor. Yavaş yavaş sermayenin organik bileşimi inşaat sektöründe yükseliyor. Sonra da burada emek gücü kullanımı azalacak.

Kadın emek gücü de maliyeti üstlenecek kesim arasında önem kazanıyor. Bir taraftan kadınları eve yollama çabası var ama sermaye yedek ve ucuz işgücü olarak kadınları çağırıyor. Maliyet derken en yüksek maliyet ekolojide açığa çıkacak. Türkiye’de ekolojik mücadelenin daha da artacağı bir dönem olacak. Bu doğa talanında sermayenin iç kavgası da var. Yarış halindeler. Türkiye’de politik mücadelenin elbette en önemli bileşimi ise beyaz yakalılar olacak önümüzdeki dönem. Ayrıca üretimin reorganizasyonu parçalara ayrılacak, ucuz ve niteliksiz emek gücünün kullanımı artarak emek hareketinin parçalanmasını beraberinde getirecek bir süreç var. Bu süreçte nasıl ki sermaye ve devlet kendini yeniden üretiyorsa politik yapılar da dayanışma ağları yaratarak bu farklı birleşimler arasındaki iç yapıları birleştirebilmesi gerekiyor. Elimizde bayağı iyi veriler olması lazım; ne kadar zanaatkar kaybedecek ne kadar küçük ve orta boy şirketin borcu var? Faiz politikaları nasıl olacak? Ortaya konmuş bir program yok, oysa siyasi iktidar bunun üzerine bayağı çalışıyor. Toplumun farklı kesimlerinin süreç içindeki farklılaşan konumlarını iyi tanımladığımızda politik dil de orada biçimlenecektir zaten. İyi bir dinamik süreç analizi yapmak, hareketli fotoğraf çekebilmek… Daha hızlı dönüşebilen, daha esnek sendikalar demek, merkezi siyasi iktidarların hızla yok edebileceği yapılar değil.

Yorumlar kapalıdır.