Halep’ten sonra, Cenevre’den önce: Astana durağı ve yansımaları

Esad rejimi ve müttefiklerinin 22 Aralık’ta Halep’te ilan ettikleri askeri zaferin ardından, sıra diplomatik görüşmeler safhasına geldi. Önce Rusya ve Türkiye’nin arabuluculuğunda 30 Aralık’tan itibaren geçerli olmak üzere ateşkes ilan edildi. Ardından, Rusya, Türkiye ve İran’ın arabuluculuğunda rejim ve muhalefet temsilcilerinin Astana’da biraraya geleceği duyuruldu.

Ateşkesle birlikte, silahlı çatışmaların sayısında bir azalma olmakla birlikte, tıpkı daha öncekiler gibi, hakiki bir ateşkesten söz etmek mümkün değil. Suriye İnsan Hakları Ağı (SNHR)’nın 2 Şubat tarihli açıklamasına göre, 30 Aralık’tan bu yana Esad rejimi ve mütteffikleri tarafından ateşkes 366 kez ihlal edildi. Rejimin saldırıları özellikle Şam kırsalındaki Barada Vadisi ve Doğu Guta üzerinde yoğunlaştı. Halep’in düşüşünün ardından, Şam kırsalında muhalefetin elinde kalan son yerleri kontrolü altına almayı hedefleyen Esad rejimi, kuşatma altındaki Barada Vadisi’ne dönük yoğun saldırıların ardından, kasabayı ele geçirmeyi başardı ve buradaki yaklaşık 2000 kişi İdlib’e gönderildi.

Başarısız ateşkes girişimleri gibi tıpkı, daha önce birkaç kez Cenevre’de başarısız müzakere girişimleri gerçekleşmişti. Astana’yı ayırt eden ise, bu görüşmelerin doğrudan Rusya’nın liderliği altında yapılması, ABD’nin görüşmelere yalnızca Astana’daki büyükelçiliği aracılığıyla dahil olmasıydı. Öte yandan, muhalefetin sadece politik temsilciler tarafından değil silahlı kesimin önemli bir kesimiyle görüşmelere katılması, bir diğer yenilikti.

Esasında hiçbir kesim, Astana’dan belirleyici bir sonuç çıkması beklentisi içinde değildi. Cenevre öncesi tarafların konumlarını güçlendirme çabası ve Türkiye’nin politika değişikliği ardından Suriye’de değişen dengeleri yansıtması bağlamında Astana’nın simgesel bir önemi bulunuyordu. Esad rejiminin ön koşul olmaksızın “meşru” bir taraf olarak masaya oturabilmesi; Rusya, Türkiye ve İran’ın ateşkesin devamlılığını sağlama çabasını ifade eden ortak bir metin imzalaması; Türkiye’nin vetosu sonucu PYD’nin görüşmelere çağrılmaması ve PYD’nin Astana görüşmeleri sonuçlarını tanımayacağını ilan etmesi; Suudi Arabistan ve Katar’ın görüşmelere katılmaması (ve hatta görüşmelerin tamamlanmasının ardından Suudi Arabistan Ankara Büyükelçisi’nın Erdoğan’ın Suriye’de Rusya ve İsrail’e yanaşarak ihanet ettiği açıklamasında bulunması ve Türkiye’den bu konuda herhangi bir ses çıkmaması) Astana’nın öne çıkan noktalarıydı.

İdlib’teki çatışmalar

“Pragmatist olmalıyız. Gerçekçi olmalıyız. Sahadaki gerçekler fazlasıyla değişti.

Türkiye artık Esad’sız bir çözüm için ısrar edemez.”

Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek

Astana’da Rusya, Türkiye ve İran tarafından vurgulanan bir diğer nokta, IŞİD’in ve Şam’ın Fethi Cephesi’nin (eski adıyla El Nusra Cephesi) terörist örgütler oldukları ve bu örgütlere karşı mücadelenin sürdürüleceğiydi. Astana görüşmesine katılan silahlı muhaliflerle bu görüşmenin karşısında yer alan Şam’ın Fethi Cephesi ve ona yakın gruplar arasındaki gerginlik, beklenenden önce somutlaştı ve Astana görüşmeleri henüz sonlanmadan bu iki kesim arasında yoğun silahlı çatışmalar başladı. Bu çatışmaların sonucu, Şam’ın Fethi Cephesi ve ona yakın grupların Tahrir el Şam (Şam’ın Kurtuluşu) adı altında yeni bir oluşum kurmasıyla, diğer silahlı grupların Ahrar el Şam’a sığınarak, Ahrar el Şam’ın İdlib’de Şam’ın Fetih Cephesi karşısında belirleyici bir çatı örgüt haline gelmesi oldu.

Türkiye bir süre boyunca cihatçı gruplar olarak El Nusra ve Ahrar el Şam’ı desteklemiş, bu grupların İdlib’de büyük güç kazanmasında Türkiye’nin bu desteği belirleyici olmuştu. Türkiye’nin 15 Temmuz sonrasında Rusya’yla yakınlaşması, Suriye’de Esad rejiminin varlığını tanıması ve Halep’in düşüşü karşısında ses çıkarmaması karşılığında, PYD’yi engellemek ve zayıflatmak amacıyla Fırat Kalkanı operasyonunu başlatmasının ardından, Erdoğan yönetimi, Suriye silahlı muhalefetini değişen politikası doğrultusunda yeniden örgütlemeye girişti ve bu süreçte Şam’ın Fethi Cephesi’nin (El Nusra) tasfiyesine yeşil ışık yaktı. İdlib’teki çatışmalar henüz sonlanmış değil ve ne yöne evrileceği henüz netlik kazanmadı. Fakat tüm bu gelişmeleri, Türkiye’nin yeni Suriye politikası sonucunda sahadaki dengelerin değişmesinin yansımaları çerçevesinde değerlendirmek gerekiyor.

Suriye halkının özgürlük ve sosyal adalet mücadelesinin Esad rejimi, bölgesel ve küresel güçler ile İslamcı gruplar tarafından boğazlanması, tüm bölgede gericiliğin yükselmesinin kapısını aralayan yeni ve karmaşık dönemi beraberinde getiriyor. Öte yandan Rusya, Türkiye, İran ve Esad rejimi arasındaki yakınlaşma, Suriye’de Kürt halkının kazanımları karşısındaki tehdidin de büyümesine neden olmakta. Her ne kadar Trump yönetimi yeni askeri ekipmanlar göndererek, IŞİD karşısında şimdilik PYD’yi destekleyeceği mesajı veriyor olsa da, Erdoğan ve Esad arasındaki yakınlaşmanın ilerlemesi, kaçınılmaz olarak Kürt düşmanlığı temelinde yükselecek. Suriye’de böylesi yeni bir cephenin açılması karşısında, bu sonucun politik sorumluluğu, Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını tanımayan Suriye muhalefetinde olduğu kadar, kısa vadeli ve pragmatist çıkarlar temelinde hareket eden PYD yönetiminde olacak.

Yorumlar kapalıdır.