Krize karşı mücadeleye dair iki zıt görüş

Son günlerde ekonomik kriz üzerine yapılan tartışmalarda iki haber dikkat çekti. Birincisi son derece olumlu. Kayseri’de tekstil, metal, mobilya ve kamu iş kollarından 14 işyerinin işçileri bir araya gelip krize karşı mücadeleyi tartışmışlar. Kuşkusuz bu amaçla toplanan işçilerin birlik, dayanışma ve mücadelenin gerekliliğine dikkat çekmeleri çok doğal ve önemli. Umarız bu tür toplantılar ve mümkünse komiteleşmeler yaygınlaşır, güçlenir.

Ama bizim özellikle dikkatimizi çeken tartışmalar sırasında ileri sürülen görüşlerden bir tanesi oldu. Dayanışma ve mücadele elbette önemli, ama bu mücadelenin hedeflerini koymak ve o hedefler çevresinde birliği örüp seferberliğe geçmek daha da önemlisi. Bir iki somut ve acil talep ve slogandan oluşan bir program olmadığı sürece birlik de içeriksiz kalır.

Konu işsizlikken, toplantıya katılan bir işçinin “Üç vardiya değil de 6 saat çalışma yapıp 4 vardiyaya geçilsin. Hem işten çıkarma olmaz, hem istihdam artar” ve “İşten atılmalar yasaklansın” görüşlerini ileri sürdüğünü okuyoruz. Mükemmel iki öneri. İşçi sınıfının bilincine özgü, kapitalizme karşı mücadeleyi neredeyse özetleyip somutlayan öneriler bunlar.

Partimiz İDP de yıllardan beri bu fikirleri savunuyor. Ücretlerde kısıntı olmaksızın işgününün 6 saate indirilmesi ve 4. vardiyaların kurulması. Ve de tabii, ekonomik nedenlerle işten atmaların yasaklanması. Eğer krizin faturasını biz işçiler değil de onu yaratanlar, yani patronlar ödeyecekse bu talepler uğruna mücadele kaçınılmaz. Biz bu iki talebe “kapanan işyerlerinin kamulaştırılması” ve “dış borçların ödenmemesi” taleplerinin de eklenmesinin doğru olacağı düşüncesindeyiz.

Değinmek istediğimiz ikinci haber ise akademisyen Prof. Dr. Mustafa Durmuş’a ait. Hocaya kesinlikle saygısızlık etmek istemeyiz. Nitekim kendisi, Evrensel gazetesinde yayımlanan röportajında mevcut ekonomik krizin altında yatan neoliberal kapitalizmin teşhirini çok güzel biçimde yapıyor. Ama sonuç olarak önerdiği çizgiyi paylaşmıyoruz.

Hoca, “Peki işçiler, emekçiler bundan nasıl çıkabilir, krizin faturasının halka çıkarılması nasıl engellenebilir?” sorusuna verdiği yanıtta, “Hemen aklıma gelenler şunlar: Kooperatifleşme ve yerel meclisler kurmak. Yani yeni bir tanımla üretici, tüketici kooperatiflerini yerelden başlayarak kurmak” diyor.

Bizce, işçileri ve emekçileri krizin sonuçlarından korunmaktan ziyade krizin nedenleriyle mücadeleye yönlendirecek olan kooperatifler olamaz. Gerek üretim gerekse tüketim kooperatifleri kapitalist ekonomi koşulları içinde faaliyet göstermek zorundadır, bu nedenle de hammadde, üretim araçları, krediler ve pazarlar açısından sistemin kendisine bağımlı halde kalırlar. 2008 dünya krizinden beri denemeye alınan bu tür kooperatifçilik tam da bu nedenlerle gelişememiş, sonuçta çoğu sisteme teslim olmuş, geri kalan bazıları da insanların kendilerini kurtardıklarını sandıkları gettolara dönüşmüştür. Kooperatifler, olanağı olanların gettolara çekilerek kendilerini “vahşi kapitalizmden” kurtarma amacının ötesinde bir işe yarayacaksa, o da tüketim ürünlerinin biraz daha ucuza edinilmesi işlevi olabilir ancak. Yani, pahalılıktan biraz olsa korunmak.

Arjantin’deki 2001 müthiş krizi sırasında kapanan pek çok işyerine işçiler el koymuş ve kooperatifler biçiminde işletmeye başlamışlardı. Ama onlar da enerji, hammadde ve pazarlar açısından kapitalist piyasanın içine sıkışmışlar, sonunda devletten bu işletmelerin kamulaştırılması doğrultusunda mücadeleye girişmişlerdi.

Bu açılardan, mevcut krizin etkilerinden korunmanın ötesine geçerek kapitalizmin kökenine inecek talep ve sloganlarla, örgütlenme yöntemleriyle seferber olmamız gerekiyor. Bu açıdan ilk haberdeki, iş günün 6 saate indirilmesi, 4. vardiyaların kurulması, işten çıkarmaların yasaklanması, kapanan işyerlerinin kamulaştırılarak işçi denetiminde işletilmesi gibi son derece basit ve anlaşılır talepler uğruna mücadele çok daha “gerçekçidir”. İşçi için bu kadar basit ve hayati talepleri bakalım kapitalizm karşılayabilecek mi…

Yorumlar kapalıdır.