Pandemi ve kriz günlerinde sopa politikası

Koronavirüs pandemisinin dünya çapında yarattığı toplumsal yıkım, geniş emekçi halk yığınları ile zenginliği elinde tutan küçük bir azınlığın arasındaki uçurumu tüm boyutları ile görünür kıldı. İktidarların halk sağlığını merkezine almayan sağlık uygulamaları yaşanan iktisadi kriz ve yoksullukla birleşince toplumsal hoşnutsuzluğu derinleştirdi. Bu hoşnutsuzluk “ileri demokrasi” diye anılan ülkelerde dahi sosyal patlamalara dönüşürken, bu patlamadan korkan iktidarlar giderek çatırdayan varlıklarının bekası için muhalefet seslerini bastırma ve kontrol altına alma çabası içindeler.

Türkiye için bu çaba elbette yeni bir durum değil. Ancak salgın süresince iktidarın antidemokratik baskıcı uygulamalarına toplumun bütün kesimlerini içine alarak irili ufaklı ayırt etmeden devam etmesi, üzerine düşünmeyi gerektiriyor. Her gün yeni bir antidemokratik yasa paketinin ardı ardına görüşülmesi, buradan toplumsal rıza üretilmeye çalışılması ve bunun her seferinde fiyaskoya uğraması salgın yönetimi ve onun yarattığı sonuçlara odaklanması gereken iktidarın başka bir gündem etrafında, acele içerisinde hareket ettiğini gösteriyor. İşsizliğin vardığı boyut, ekonomideki büyük durgunluk, açıklanan kamuoyu araştırmalarında hükümetin seçmen desteğini büyük ölçüde yitirmesi ve iktidarın kendi içinde yaşadığı ayrışmalar aynı zamanda bir korkuya işaret ediyor.

Nisan ayından beri gündeme gelen yasalar ve etrafında dönen tartışmalar durumun vahametini gözler önüne seriyor. Çocuk istismarına evliliği kolaylaştıran yasa, kıdem tazminatının tekrar gündeme getirilmesi, siyasi tutsaklar hariç ‘genel af’ kapsamına dönüşen ceza infaz yasası, muhalefet belediyelerine yönelik baskı, HDP’li belediyelere yönelik kayyum politikası, bunun bir devamı olarak milletvekilliklerinin düşürülmesi, Canan Kaftancıoğlu’na verilen 9 yıl 8 ay hapis cezasının onanması, baro yasası ve etrafında gelişen seferberliklere polis müdahaleleri bu sürecin nereye vardığının kısa bir özeti… Tüm bunlara, İzmir’de cami hoparlörlerinden Çav Bella çalınmasıyla ilgili sosyal medya paylaşımları nedeniyle tutuklanan Banu Özdemir’in iddianamesi, Evrensel gazetesi yazarı Ender İmrek’in yazdığı bir yazı nedeniyle Emine Erdoğan’a hakaretle suçlanması (yazıda Erdoğan’ın taktığı çantanın fahiş fiyatı eleştiriliyordu), Başak Demirtaş’a sosyal medyada cinsiyetçi saldırıda bulunan ve tepkiler üzerine tutuklanan Vedat M.’nin bir günde serbest bırakılması, Van Gevaş’ta mantar toplamaktan dönerken “karakola saldırdıkları” iddiasıyla gözaltına alınıp işkence edilen ve işkence görüntüleri servis edilen, ardından suçsuz oldukları anlaşılan dört köylüyle ilgili davada mahkemenin sanık olan polise 3 bin lira para cezası vermesi gibi burada saymakla bitiremeyeceğimiz sayısız hak gaspı ve hukuksuz, keyfî uygulamayı sayabiliriz.

Bu uygulamalar ne ilk, ne de son olmaya aday; bu resim, emekçi halk yığınlarının ve çeşitli yoksul toplumsal kesimlerin bu cendere içine sığamadığını, tam da bu nedenle bu vakaların giderek göründüğünü ve tepki aldığını gösteriyor. Ancak burada merkez muhalefet olarak görülen unsurların bu sorunların üzerine gitmekten imtina etmesi, etkisiz kalmakta ısrarcı olmaları asıl sorunu oluşturuyor. Bu hoşnutsuzluk iktidarı tahrip edebilir ancak yıkamaz. Dolayısıyla burada bilinçli bir mücadelenin örgütlenmesi, tüm işçi ve emekçi örgütlerinin bağımsız bir sınıf politikası ekseninde iktidarın antidemokratik politikalarına ısrarlı bir biçimde karşı çıkmaları yakıcı bir ihtiyaç olmayı sürdürüyor.

Yorumlar kapalıdır.