Tarihte bu ay | 19 Aralık 2000: Devrimcilerin tasfiyesi, neoliberalizmin konsolidasyonu

“27 kadındık koğuşta. Delinen yerden içeri bir hortum bırakıldı. Oradan atılan alev topu gibi bir madde ile yataklar tutuştu. Sonra bir gaz bırakıldı ve içerisi simsiyah dumanla göz gözü görmez oldu. Yanıyoruz diye bağırarak oradan çıkmaya başladık. Arkadaşlarımın derilerinin eridiğini gördüm. Ben beni yakan gazın ne olduğunun aydınlatılmasını istiyorum. Çünkü elbiselerimiz yanmadı derimiz eridi. Parmaklarım yok ama avucumun içi yanık değil. Sırtım belime kadar yandı. Saçlarım, kaşlarım yandı. Burnumun yerinde boşluk oluştu. Dizlerimde de yanık var.”

– Hacer Arıkan, 19 Aralık katliamı gazisi

19 Aralık katliamı yaklaşırken, Türkiye’de bir burjuva önderlik krizi yaşanıyordu: Ekonomik krizin giderek şiddetlenmesi nedeniyle, sürekli olarak değişen koalisyon hükümetleri silsilesi, yönetim krizinin açık ifadesiydi. Neoliberal model, karşısında bulduğu bütün direnişe rağmen ayakta tutulmaya çalışılıyordu. Bu modelin her dönemsel çöküşünde, acı IMF reçetelerine başvuruluyor ve halk radikalleşiyordu. Bu sırada bu kaosun ortasında, rejim MGK eliyle kontrol edilerek, giderek daha da baskıcılaşıyordu.

1989’da işçi sınıfının Bahar Eylemleri yaşanmıştı. Ardından 1990-1991 Zonguldak Yürüyüşü geldi. 1990’lar boyunca KESK, ciddi bir sendikal örgütlenme gerçekleştirerek, kamu işçileri arasında bir odak halini aldı. Kürt illerinde ise serhıldanlar patlak veriyordu. 12 Eylül diktatörlüğünün getirdiği 24 Ocak kararları konsolide olmamıştı. Bu konsolidasyonu sağlayacak bir karşıdevrimci saldırı gerekiyordu.

Tutsak devrimcilerin, F tipi hücre sistemine ve tecrit uygulamasına direnmek için 20 Ekim 2000’de başlattıkları açlık grevine karşı, Ecevit önderliğindeki devletin 19 Aralık 2000’de 20 cezaevinde başlattığı kanlı operasyon ve onun neticesi olan alçak katliam, işte böylesine bir karşıdevrimci saldırıydı. En az 30 devrimci bu operasyonda katledildi. Yüzlerce devrimci yaralandı, onlarcası sakat kaldı. Genelde devrimci muhalefeti, özelde ise Kürt hareketini sindirmek için organize edilmiş olan F tipi hücre sisteminin toplum nezdinde “meşruiyet” kazanabilmesi için, açlık grevindeki devrimcilere karşı 10 bin güvenlik görevlisi seferber edilmişti.

Birçok devrimci, güvenlik görevlilerinin kullandığı göz yaşartıcı, gaz ve sinir bombalarının çıkardığı yangında öldü. Devlet aynı zamanda CS gazı, beyaz fosfor ve Kapsaisin tipi kimyasal silahlar da kullandı.

Bu aşağılık katliam operasyonu hakkında bugüne kadar bir tanesi hariç olmak üzere, sonuçlanmış olan bir dava yok. Katillerin hiçbirisi yargılanmadı. Aksine Ağır Ceza Mahkemesi 2005’te, tutuklu yargılanan 7 kişiyi tahliye etti. Ancak devlet, dönemin Radikal gazetesini adli tıp raporlarını yayımladığı için yargılamayı ihmal etmedi.

Sorumlulardan birisi de F tipi cezaevlerinin mimarlarından olan ve katliam sırasında Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü görevinde olan Ali Suat Ertosun’du. Ertosun’a 2004 yılında AKP tarafından “Devlet Üstün Hizmet Madalyası” verildi.

19 Aralık katliamını önceleyen süreçte, devrimci hareket gözaltında kaybedilmeler, işkenceler, yerinde infazlar ve benzerleri olmak üzere, yıpratıcı bir baskının altındaydı. Ekonomik kriz derinleştikçe, cezaevlerindeki siyasi tutukluların sayısı artıyordu. Böylesine kritik bir dönemde, cezaevleri önemli devrimci okullara ve açıkçası, toplum açısından gözlerin çevrildiği politika üretim merkezlerine dönmüştü. Cezaevlerindeki, toplumu da etkileyen bu devrimci muhalif etki, çeşitli yıpratma politikaları ile baskılanamadı. F tipi cezaevleri bu yüzden gündeme geldi.

2000’deki krizle birlikte yüz binlerce işçinin ücreti yarı yarıya azaldı, bir özelleştirme dalgası ülkeyi silip süpürüyordu ve taşeron çalışma egemen kılınmak isteniyordu. DSP-MHP-ANAP koalisyonunun başındaki Ecevit’in meşhur itirafı bu noktada geldi: “Cezaevlerini kontrol altına alamazsak IMF programlarını uygulayamayız.”

19 Aralık Hayata Dönüş Operasyonu, Türkiye’de IMF kararları, yani neoliberalizm konsolide olsun diye hayata geçirildi. Bunun için cezaevlerindeki devrimcilerin sindirilmesi ve katledilmesi gerekiyordu. Ancak IMF’nin ekonomik diktasının sağlamlaştırılmasına karşı cezaevlerinde devrimcilerin verdiği mücadele yeterli olamazdı. Aynı zamanda “dışarıda” da bir kitlesel işçi hareketinin buna eşlik etmesi gerekiyordu. Türkiye sosyalist hareketi bunu örgütlemek noktasında başarısız oldu ve böylece, 12 Eylül’den sonraki en büyük ikinci yenilgisini, 19 Aralık’ta aldı.

***


***

“Zengin evlerine temizliğe giden bir Fatma Ablamız vardı. Kocası Zeydin başkasının taksisinde şoförlük yapardı. Yaşları daha kırkı bulmadan ikisi de çökmüştü. Güç bela okutmaya çalıştıkları üç çocuklarından büyüğü Gülnaz hemşirelik okuyordu o zamanlar. Gülnaz’dan söz açıldı mı Fatma Abla’nın göğsü kabarırdı. E, haksız mıydı? Bozuk düzenin kenar mahallesinden hemşire çıkarmak az buz iş değildi yani. İstanbul’un orta yerinde ama yok hükmünde bir mahalleden hemşire çıkarmak, biz de burdayız, varız, bizi yok sayamazsınız demekmiş. Yoksulluk kader değilmiş, elbet yıkılacakmış bu sömürü düzeni. Bunlar hep Gülnaz’ın laflarıydı. Canım kardeşim, Gülnaz’ım, neyini anlatayım senin? Öyle narin, öyle sevecen, öyle güzeldi ki… Düşündükçe bugün bile yüreğim sıkışır. Daha hemşirelik kepini giymeden hapse koydular. Fatma Abla senelerce cezaevi kapılarını aşındırdı. Çıkar gelir diyorduk, giyer o bembeyaz üniformasını, sevindirir hepimizi. Gelmedi, gelemedi bahtsızım. O sene açlık grevleri oldu cezaevlerinde, onca yoksul halk çocuğu direndiler, aralarında Gülnaz da vardı. Biz hepimiz Fatma Abla’yla beraber öldük öldük dirildik. Sonra bir sabah hapishaneleri bastılar, güzel çocuklarımızı diri diri yaktılar, aralarında Gülnaz da vardı. Benim bu işlere aklım hiç ermez, ama bildiğim bir şey var ki bu zulüm yerde kalmaz. O zaman insanların gözlerindeki, yüreğindeki öfkeyi görünce anladım bunu. Dert çok işte, hangi birini anlatayım. Caner o sene dört yaşındaydı, elinden tutmuş beraberce cemevine, Gülnaz’ın cenazesine gitmiştik. Gülnaz, Caner’imi hiç göremedi ama oğlum bilsin istedim: Gülnaz diye güzeller güzeli bir insan da geçti bu dünyadan.”

– Selahattin Demirtaş, Efsun, Dipnot Yayınları, 2. baskı, sayfa 158-159.

Yorumlar kapalıdır.