15-16 Haziran 1970: Bir politik grevin anatomisi ve dersleri

Türkiye solunun hatalı bir şekilde milat olarak kabul ettiği “1971 kopuşunda” değil, ancak 15-16 Haziran’ın yaşandığı “1970 kopuşunda” patronların ve devletin katlettiği proleter şehitlerimiz Mutlu Akü Fabrikası işçisi Yaşar Yıldırım, Vinleks işçisi Mustafa Bayram ve Cevizli Tekel Fabrikası işçisi Mehmet Gıdak’ın anısına…

***

“Biz halkçıyız, halkçı demek, ulus içinde hiçbir imtiyaz ve üstünlük tanımayan ve her ferdini öteki kadar hak ve şeref sahibi sayan, ekonomik alanda birini ötekine, işçiyi patrona, patronu işçiye mahkûm edecek, müstehliki müstahsilin eline düşürecek vaziyetlere müsaade etmeyen bir varlık demektir. (…) Halkçı zihniyet, ulusu birbirinden ayrılmaz bir bütün olarak kabul eder. Onun için de herhangi bir zümreyi kendisinden başkalarına karşı üstün olmak iddiasıyla hareket ettirmez.”

– Recep Peker, 1935

“İş olmazsa işveren olmaz ama aynı derecede önemli olarak işçi olmazsa da iş olmaz. İş, işveren ve işçi arasındaki bu birbirinin içine geçmiş ilişkiyi dikkate almayan yaklaşımlardan hayırlı bir netice çıkmaz. Biz üretim ile alın terini, sermaye ile emeği, kazanç ile hakkaniyeti birbirinden ayırmıyoruz. Kalkınmayı, toplumun tüm kesimlerinin refahının orantılı şekilde yükselişi olarak görüyoruz. Hak arayışını çatışma değil uzlaşma zemininde gören bir medeniyete mensubuz. Batı ile aramızdaki en büyük fark da işte budur.”

– Recep Tayyip Erdoğan, 2019

1970 senesinde Adalet Partisi (AP) ve Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) birbirlerinden ayrı bir şekilde sendikalar, grev ve lokavt konularına eğilen iki yasa taslağı hazırladı. Komisyonda birleştirilen taslaklar 1317 sayılı kanun ismini aldı: Bu kanuna göre sendikal örgütlenme, sendika değiştirme ve greve çıkma hakkı kısıtlanıyor, özellikle de Türk-İş’ten DİSK’e geçiş zorlaştırılarak, DİSK’in işçi hareketi içinde devrimci bir sendikal kutup olarak büyüyüp konsolide olmasının önüne geçilmek isteniyordu.

Türk kapitalizmi 1317 sayılı kanuna neden ihtiyaç duydu?

1970’li yıllara yaklaşıldığında Türk kapitalizmi göreli açık pazar koşullarında tarıma dayalı büyüme şeklindeki politikasını çoktan terk etmişti. Birinci Beş Yıllık Plan açık bir biçimde ithal ikameci sanayileşmeyi önüne koymuştu. Buna rağmen dış ticaretteki tıkanma devam ediyordu; lüks malların ithali kıt döviz rezervlerinin erimesini getireceği için bu malların üretimi, yabancı sermayenin de katılımıyla, ülke içinde gerçekleştirilmeye başlandı. İlk evrede bu girişim bir montaj sanayinin sınırlılığını aşamayacaktı; ancak ertesinde yabancı sermaye ve yerli burjuvazi işbirliğiyle, yan sanayilere de ayrılan bir modern sanayi görünümü kazanacaktı.

Yabancı yatırımlara tanınan kredilere ve balon gibi şişmeye başlayan borçlara dayalı bu büyüme, kısa süreli bir sahte refah yaratarak emekçilerin reel gelirlerinde artışlar yarattı ve eşitsiz bileşik gelişimin doğasına uygun olarak gecekondulara transistörlü radyo, buzdolabı, teyp girmeye başladı.

Sanayideki gelişime rağmen ihracatın milli gelir içindeki payı düşmeye, ihracat da gerilemeye başladı; zira emperyalist uluslararası işbölümü gereği, Türk kapitalizminin ihracat işlemlerinin ezici çoğunluğu tarım ürünlerinden oluşmayı sürdürüyordu. Dolayısıyla büyüyen ekonominin büyüyen döviz ihtiyacı tarımdan karşılanamadı. Bunun sonucu Türkiye’nin emperyalizme daha da bağımlı kılınması oldu: 1962-1974 yılları arasında kısa ve uzun vadeli krediler ile dış “yardımların” tutarı 300 ve 500 milyon doları buldu.(1) Sabit sermaye içindeki dış ticaret açığının oranı 1962-1976’da yüzde 21,9’luk bir ortalamaya ulaştı.(2) 1961 yılında OECD bünyesinde Türkiye için bir “yardım” konsorsiyumu kurularak, Türkiye’ye yapılan sermaye ihracatı emperyalizmin denetimi altında tutuldu.

Dış borç krizi neticesinde emperyalizm 1968’den itibaren IMF aracılığıyla devalüasyon ve dış ticaret rejiminin liberalleştirilmesi yönünde adımlar atılması için baskı uygulamaya başladı. Siyasal iktidarın bu adımları atması için öncelikle, bu adımların ileride konsolide olmasını sağlayacak olan Bonapartist denge mekanizmasının (burjuvazinin uzun dönemli çıkarları ile yoksul halk kitlelerinin kısa dönemli çıkarlarının belirli bir “milli kaynaşma” yaşaması) sacayaklarını oluşturması gerekiyordu. 

Bunun için ilk yapılması gereken, sendikal hareketi tekeline alarak devlete olan politik bağımlılığını kuvvetlendirmek ve işçi hareketinin, bu sendikal tekel dışarısında kendisini ifade etmesini engellemekti. 1969 seçimlerinden sonra Türk-İş’e bağlı dört sendikanın başkanı Adalet Partisi’nden milletvekili seçilmişti. Bunlardan üçü 1970’te Türk-İş yönetim kurulunda görevliydiler. Aynı yönetim kurulunda CHP’den de iki milletvekili vardı. 1317 sayılı kanunu hazırlayan kişiler arasında o sırada Türk-İş yönetim kurulu üyesi ve Adalet Partisi milletvekili olan üç yönetici de mevcuttu. Türk-İş yönetim kurulunun çoğu AP’liydi. Dolayısıyla bir taşla iki kuş vurulmuş olacaktı: Adalet Partisi hem sendika bürokratları arasındaki kadroları aracılığıyla alternatif sendikal akımların ve konfederasyonların yaşam hakkına son verecekti, hem de emperyalizmin talep ettiği liberalizasyon ve yapısal reform süreçlerini, işçi hareketinin üzerinde sımsıkı bir denetim mekanizması kurarak hayata geçirebilecekti.

10 Ağustos 1970’te hükümet, IMF’nin beklediği liberalleşme programının en acil maddelerini uygulamaya başladı: 1 dolar 9 liradan 15 liraya çıkarıldı, ithal teminatları ve damga vergileri düşürüldü, emperyalizmin talepleri doğrultusunda ithal malların dahil edildiği liberasyon listeleri genişletildi. Ancak hükümet geç kalmış ve başarısız olmuştu: 10 Ağustos kararları uygulanmaya başlandığında, 15-16 Haziran Ayaklanması çoktan yaşanmış, işçi hareketi yaşamsal bir deneyimin içinden geçmişti bile. DİSK bir kutup olarak sınıf mücadelesi arenasından çıkartılamamış, Türk-İş üyesi işçilerin sendikasızlaştırma saldırılarına yönelik tarafsız veya kayıtsız kalmaları sağlanamamıştı. Dahası, seferberlikler sayesinde 1317 sayılı kanun Anayasa Mahkemesi’ne takılıp iptal edilecekti.

15-16 Haziran Ayaklanması, liberal 10 Ağustos kararlarının eksik kalmasını ve yarıda bırakılmasını sağladı; bu kararların IMF’nin istediği boyutta ve kapsamda hayata geçirilmesi için, yani 10 Ağustos kararlarının tamamının uygulamaya geçirilebilmesi için burjuvazi, dokuz ay sonra gerçekleşecek olan 12 Mart 1971 darbesini bekleyecekti.

Türkiye işçi sınıfı 15-16 Haziran’a neden ihtiyaç duydu?

Uluslararası Çalışma Örgütü’ne (ILO) göre 1963’ten 1971’e dek süren dokuz yıl boyunca (1963 ve 1971 yılları da dahil) Türkiye’de 603 grev yaşandı ve bu grevlere 85.700 işçi katıldı (ILO “yasadışı” grevleri ve bir işgününden kısa süren grevleri saymamaktadır, dolayısıyla bu, elbette, eksik bir istatistiktir; mesela 15-16 Haziran Ayaklanması’nda fiili greve çıkan işçileri dikkate almamaktadır). Yine bu grevlerde 2.381.400 işgünü yitirilmişti.(3)

İşçi hareketinin dokuz yıllık bilançosunun verilerine göz attığımızda, 15-16 Haziran Ayaklanması’nı yaratan sürecin öne çıkan başlıca özelliklerini anlayabiliyoruz. İlk olarak Türkiye’de, diğer ülkelerle kıyaslandığında çok az grev yapılmakta olduğunu görüyoruz. İkinci olarak, grevci işçi başına düşen ortalama grev süresinin oldukça yüksek olduğu dikkat çekiyor. Grevci başına düşen ortalama grev süresi, aynı dönemde Fransa’daki sürenin yaklaşık 20 katını bulabiliyor.(4) Fransa’da 1963-1971 arasında bu oran 1,35 ile 2,45 arasında değişirken, Türkiye’de aynı yıllar arasında 10,40 ile 51,08 arasında değişiklik göstermiştir. Üçüncü olarak, Türkiye’de grev başına yitirilen işgününün (Türkiye’de grevlerin diğer ülkelere göre çok az yaşanmasına karşın) çok yüksek olduğunu görüyoruz. 1968 Mayıs’ı hariç bu sayı Fransa’da en yüksek seviyesine 1963’te 2510 işgünü ile varıyor. Türkiye’de ise Çalışma Bakanlığı verilerine göre bu sayı en yüksek seviyesine 1966’da 10.240 işgünü ile ve en düşük seviyesine de 1963’te 2467 işgünü ile varıyor.

Bütün bunlardan şu sonucu çıkarıyoruz: Türkiye’de az sayıda işçi az sayıda greve çıkıyor, bu grevler ise büyük kazanımlar hedeflemiyor olmasına rağmen (grevlerin hemen hemen hepsi TİS anlaşmazlığı nedeniyle yaşanıyordu), çok uzun sürüyordu. Dolayısıyla az sayıda kazanım, çok sayıda uzun, yıpratıcı, yorucu, ufak grevler gerektiriyordu.

1963 TİSGLK’sinin (Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu) hükümleri, patronların işçi taleplerine karşı hükümet güvencesi almış olan uzlaşmaz tutumları, işbirlikçi sendikalar tarafından grevlerin kimi zamanlar bilerek ölü sezonlara denk getirilerek işlevsiz kılınması ve Adalet Partisi liderliğindeki rejimin sendikal hareketi kendisine bağımlı kılmaya dönük girişimi, işçilerin kendi çıkarlarını yalnızca ekonomik grevler aracılığıyla savunabilmesini imkânsız kıldı. Birçok durumda uzun ve yorucu grevlerde kazanılanlar, siyasal arenada (TBMM’de, komisyonda) kaybediliyordu.

Bu nedenlerle 1317 sayılı kanunla rejim, zaten ekonomik grevlerle çıkarlarını iyi bir şekilde savunamadığını ve liberalizasyon reformlarının faturasının kendisine ödetileceğini hisseden işçi sınıfını, mutlak bir şekilde kaypak ve muhafazakâr bir sendikal bürokrasiye mahkûm etmek istediğinde, sanayi proletaryasının buna cevabı parçalı, yerel, yıpratıcı, izole direnişler değil, politik grev oldu.

15-16 Haziran 1970: Sosyalist devrim göz kırpıyor

Türk Demir Döküm, Sungurlar, Derby, Elektrometal, Rabak, Auer, Mutlu Akü, Vinileks, Otosan, Arçelik, Vita, DMO: Bunlar, 1317 sayılı kanun mecliste görüşülürken fiili greve çıkan ve Türk kapitalizminin kalbinde bulunan fabrikalardan yalnızca birkaçı. İstanbul, İzmit, Sakarya, İzmir, Ankara ve Adana illerinde ve sanayi merkezlerinde, Türk-İş üyeleri de dahil yüz binlerce kadın ve erkek işçi yeni tüzel düzenlemeyi ve rejimin işçi düşmanı saldırılarını püskürtmek için seferber oldular. 16 Haziran’da orduya işçilere ateş açma emri verildi; emir, üzerine asker üniforması geçirilmiş olan işçi ve köylülerden oluşan erler tarafından reddedildi. Seferberliğin sürmesi halinde, ordu sınıfsal bir bölünme yaşayacaktı.

15-16 Haziran günlerinde Türkiye’nin başlıca sanayi merkezleri ile emekçi semtlerinde, kapitalizm dışı bir toplumsal durum oluştu. İstanbul’da Kartal, Göztepe, Kadıköy, Cağaloğlu ve Eminönü’nde burjuva devlet gücü iki gün boyunca silindi veya silinmemek için cılız bir şekilde direndi; valilik, işçiler şehrin merkezi olan Beyoğlu’na ulaşamasın diye Haliç üzerindeki iki köprüyü kaldırdı.

16 Haziran gecesi, 16 Eylül’e dek sürecek bir sıkıyönetim ilan edildi. İstanbul ve İzmit’teki sendika binaları, sosyalist parti büroları ve öncü işçilerin evleri polis tarafından basıldı. 25 DİSK yöneticisi derhal tutuklandı, 19 Haziran’dan itibaren bu bölgelerdeki bütün grevler yasaklandı. Sıkıyönetimin kendilerine tanıdığı hakla patronlar sendikalı yüzlerce işçiyi işten attı, öncü işçiler kara listeye alınarak işgücü piyasasından uzak tutuldu ve birçok militan işçi de aylar boyunca hapis yattı.

Not düşmekte fayda var ki, 15-16 Haziran yenilmeseydi, 12 Mart 1971 darbesi hiç yaşanmayacak; sendikal özgürlüklerini böylesine militanca savunan bir mücadeleci işçi hareketinin zaferi karşısında darbeciler, iktidarı gasp etmeye cüret edemeyeceklerdi. Ancak 15-16 Haziran’ın yenilgisi, taleplerinin zaferinin koşullarını hazırladı ve 1317 sayılı kanun hiçbir zaman uygulanamadı.

15-16 Haziran’ın en yakıcı dersi, işçi hareketinin devrimci önderliğe duyduğu ihtiyaçtır

15-16 Haziran 1970’te Türk ve Kürt işçi sınıflarının gösterdikleri devrimci kapasite, Türkiye solunun kendisinde hiçbir programatik ve örgütsel yenilenmeyi getirmedi: Bu, yalnızca toplumsal olarak değil, ancak politik olarak da solun genelinin mücadele ve devrim stratejilerinin, Türk kapitalizmini yıkabilecek biricik güç olan işçi sınıfını hiçbir şekilde merkezine almadığını, dolayısıyla bürokratik ve küçük burjuva çürümenin boyutlarını gösteriyordu.

Bu büyük proleter ayaklanmasından yalnızca altı ay sonra (Aralık 1970), Türkiye solunun ezici bir kısmının geldiği gelenekleri oluşturacak olan iki parti (THKO ve THKP-C) kuruldu. Ancak bu yapılar, 15-16 Haziran’daki büyük proleter ayaklanmasının üstünden henüz altı ay geçmiş olmasına rağmen bundan hiçbir siyasal ders çıkarmayarak, parti inşa yöntemlerini işçi seferberlikleri ve hareketinden koparıyor, partiyi sınıflararası mücadele arenasından devlet ile devrimciler arasındaki silahlı çatışmalar alanına hapsediyor ve kitleleri birkaç silahlı öncüyle ikame ediyordu.

İşçi hareketinden kopuk bu girişimler, 15-16 Haziran’da gereksinimi hissedilen devrimci önderlik krizini çözmek veya hafifletmek yerine derinleştirip ağırlaştırdı.

Günümüzün görevleri

2022 senesinin Ocak ve Şubat aylarında 108 grev yaşandı (Türkiye’nin senelik ortalama fiili grev sayısı 97 iken, 2022’de bu sayı bir buçuk ay içinde aşıldı). Bu grevlerin 107’si fiili, yani “yasadışı” grevdi. Greve çıkan işçi sayısı en az 17 bindi. Bu grevlerin 96’sı düşük ücret zamlarına karşıydı ve 54’ü de hiçbir sendikanın dahli olmadan yaşandı.(5)

Ancak kritik önemdeki bu mücadele dalgasının karşısında yine ikameci bir eğilim, bir kere daha, işçi hareketinin devrimci önderliğini sınıf mücadelesi metotlarıyla inşa etmek yerine, kendi hareketçi refleksleriyle sınıf hareketini yenilgiye taşıyacak olan bir çizgiyi ileri sürüyormuş gibi duruyor. Bu eğilim silahlı değil, protestocu bir ikamecilik anlayışı güdüyor ve geldiği geleneğe saygısını göstererek, kitlelerin ve mücadele eden emekçilerin değil ama kendi ruh hallerinin ve ihtiyaçlarının merkeze konduğu dayatmacı bir anlayışı savunuyor.

Hiç şüphe yok ki bu protestocu ikameci eğilim, sınıf hareketinin henüz olgunlaşma döneminde olmasının bir sonucu. Unutmamalı, sınıf hareketinin her sorunu, ancak ve ancak sınıf hareketinin içinde ve onunla birlikte çözülebilir. İşçinin yerine kendisini koymayan, işçiye akıl vermeyen ama ona eşlik eden, direnişçi bireylerin büyük fedakârlıkları yerine kitlelerin seferber edilmesine ve emekçilerin kolektif bir şekilde karar almasına yaslanan, toplumsal hareketlerin bir koordinasyon merkezi veya protesto esnaflığı yerine sınıf hareketinin sosyalist önderliğini hedefleyen, bürokratik zorbalığa, ikameciliğe ve dayatmacılığa karşı işçi demokrasisini savunan bir programın sınıflar mücadelesi içinde alternatif bir kutup olarak inşa edilebilmesi bu yüzden çok önemli.

15-16 Haziran 1970’te göz kırpan sosyalist devrimin, bir kere daha işçi hareketinin politik gündemine girebilmesi, her şeyden çok buna bağlı.

Dipnotlar:

(1) 1975-1976’da bu tutar 1 milyar dolara yaklaştı. Bkz. Korkut Boratav, Türkiye İktisat Tarihi 1908-1985, Gerçek Yayınevi, 2. Baskı, Ocak 1989, s. 98.

(2) Bkz. agy.

(3) Bkz. M. Şehmus Güzel, Türkiye’de İşçi Hareketi 1908-1984, Kaynak Yayınları, Birinci Basım, Şubat 1996, s. 208 ve 210.

(4) Bkz. M. Durand, Y. Harf, “Panorama statistique des grèves”, Sociologie du Travail, 1973, No. 4, s. 356-375. 

(5) Ayrıntılı bir inceleme için bkz. https://emekcalisma.files.wordpress.com/2022/03/eccca7t_2022-grev.pdf

Yorumlar kapalıdır.