Ortak imza alanlarda ortaklaşmaya dönüşecek mi?
Ülkenin üç büyük sendika konfederasyonu Türk-İş, Hak-İş ve DİSK’in ortak imzayla ve “İnsan onuruna yaraşır bir yaşam talep ediyoruz” başlığıyla 9 Temmuz tarihinde yayımladığı deklarasyonun üzerinden iki aydan fazla süre geçti.
Deklarasyonun yayımlanmasının ardından, üç konfederasyonun açıkladığı tutumun Türkiye sınıflar mücadelesi bakımından nedenleri, önemi, eksiklikleri, eleştirilebilecek yanları üzerine bu sayfalarda “Temenniden talebe, söylemden eyleme: Emek İttifakı’nın inşası için mücadeleye” başlığıyla yazmıştık.
O yazımızda belirttiğimiz iki nokta bugün halen üzerinde durmayı gerektiriyor.
Birincisi; “ortak deklarasyondan anlamamız gereken belki de en önemli nokta; örgütlü işçi sınıfı içerisindeki huzursuzluk ve tabandan hissedilen basınç. Ekonomik koşullar emekçiler için öylesine kabul edilemez bir hal almış vaziyette ki alanlarda, mücadelelerde ortaklaşamayan sendikalar ortak bir deklarasyonla taleplerini dile getirmek durumunda kaldı.”
Ve ikincisi; “Yine ortak deklarasyon metnine baktığımızda üç konfederasyonun örgütlü ve örgütsüz işçi sınıfının ve emeklilerin acil sorunlarını haklı bir şekilde tespit etmekle birlikte bu sorunların emekçiler yararına çözümünde gerek kendi konfederasyonlarına bağlı sendikaların önüne gerekse de bu sendikalarda örgütlü olan işçilerin karşısına bir çözüm önerisi sunmadıklarını görüyoruz. ‘İnsan onuruna yaraşır bir yaşam talep ediyoruz’ başlığı bugünün Türkiye’sinde bu talebe -eğer bu bir talepse- hangi sloganlarla, nasıl bir mücadele hattıyla ulaşılabileceğinin de tarifini zorunlu kılıyor.”
Ortak deklarasyonun yayımlanmasının ardından geçen süre zarfında üç konfederasyon henüz ortak bir eylem planı açıklamazken, her üçü de açıkladıkları deklarasyonda geçen tek bir talebi, “vergide adalet istiyoruz” talebini merkeze alarak ama diğer talepleri de gündemde tutarak basın açıklamaları, bölgesel eylemler ve yine bölgesel mitingler yapma kararları aldılar. Bu kapsamda Türk-İş öncelikle 20 Ağustos Salı günü 81 ilde “Zordayız, Geçinemiyoruz” sloganıyla basın açıklamaları ve ardından da 26 Ağustos Pazartesi günü Çerkezköy’de ve 3 Eylül Salı günü ise Zonguldak’ta bir miting düzenledi. DİSK, 3 Eylül günü “Artık Yeter! Geçinemiyoruz! Gelirde, vergide, ülkede adalet istiyoruz” başlığıyla İstanbul, Kocaeli ve Gaziantep’te basın açıklamaları düzenledi. Hak-İş ise “Haklarımız için meydanlardayız” başlığıyla 23 Ağustos Cuma günü Kayseri’de ve 5 Eylül Perşembe günü de aynı başlıkla Kocaeli’nde bir miting düzenledi.
Bu eylem takvimi tabandaki basıncı azaltır mı?
Öncelikle bir kez daha belirtelim; mevcut ekonomik kriz koşullarında üç konfederasyonun ortak bir deklarasyon çıkarmış olması, şu an için birbirinden bağımsız da olsa alanlarda kendisini göstermeye başlaması ve önemli işçi havzalarında -bunlar metropoller olmasa dahi- mitingler düzenliyor olması oldukça kritik.
Ama yeterli mi? Tabii ki yetersiz.
Yüksek enflasyon karşısında işçi ücretlerinin her gün biraz daha erimesi, alım güçlerinin düşmesi, örgütlü işçi sınıfının yaşamakta olduğu dar boğazı katlanılmaz hale getiriyor. Bunun karşısında iktidarın kendi yaratmış olduğu kriz karşısında patronları koruyan ve krizi emekçilere fatura etmeye çalışan politikaları örgütlü, örgütsüz işçi sınıfı güçleri arasındaki öfkeyi de tırmandırıyor. Ülkenin en zengin yüzde 1’lik kesiminin ekonomide kontrol etmekte olduğu pay her geçen gün fazlalaşırken, işçi sınıfı ve nüfusun geniş kesimlerinin ekmeği gitgide daha da azalıyor. Gelir dağılımındaki ve vergilerdeki adaletsizlik, gerçek enflasyon rakamları ile TÜİK enflasyonu arasındaki uçurum, yoksullaşma ve yoksunlaşma işçi sınıfının geniş kesimleri ve emekliler için ayan beyan ortada. Mevzunun sınıfsal olduğu da gün gibi aşikâr.
Hal böyle olunca konfederasyonlara bağlı sendikalarının çağrılarıyla alanlara çıkan öncü işçiler, yalnızca iktidara “göz dağı” niteliği taşıyan, taleplerin önemli bir kısmının dillendirilmediği, güçlerin birleştirilmediği ve sendikal önderliklerin net bir yol haritası sunmaktan imtina ettiği eylemlerden daha fazlasını bekliyor.
Yine son süreçte gerek sendikalaşma gerekse de insan onuruna yaraşır bir ücret talepli mücadelelerin, direniş ve grevlerin sayısındaki artış da tabandaki huzursuzluğu ve arayışı göstermesi bakımından oldukça öğretici. Polonez, MKB Rondo, Mersen, Sarar, Lezita, belediye işçilerinin mücadeleleri ortak deklarasyona imza atan konfederasyonlara bağlı sendikaların içerisinde yer aldığı örneklerden bazıları. Ve bunlara ek olarak, bu konfederasyonlara bağlı olmayan, farklı sektörlerden farklı sendikaların içerisinde yer aldığı mücadele sayısında da ciddi bir artış söz konusu.
Tüm bu veriler, biz sınıf devrimcileri için izlenmesi gereken politik hat ile ilgili önemli ipuçları barındırıyor. Uzunca bir aradan sonra -şimdilik yalnızca ortak imza aşamasında kalmış olsa da- Türkiye’nin üç büyük işçi sendikası konfederasyonunun ortaklaşma “çabasını” önemsizleştirmeden, ancak ayan beyan ortada olan yetersizlikleri, eksiklikleri ve bürokrasilerin isteksizliklerini eleştirerek, önerilerle mücadele çizgisini geliştirmeye çalışarak örgütlü işçi sınıfı kesimlerinin tabandaki basıncını bir adım daha öteye taşıma gayreti bizlerin en temel sorumluluğu durumunda.
Alanda ortaklaşmayı mümkün kılmak ve tabandaki basıncı yükseltmek için…
Bu hususta, sınıf devrimcilerinin öncelikli sorumluluğu sendikal bürokrasi ile örgütlü işçi sınıfının ihtiyaçları arasındaki ilişkiyi doğru analiz edebilmekten geçiyor. Sendikal bürokrasinin sınıf içerisindeki mücadele azmine ket vurmaya çalışıyor oluşu, birleşik mücadeleden kaçınması ve sınıfın taleplerine erişebilmesi adına seferberliği sürekli hale getirmenin önünü açacak bir eylem programı oluşturmaktan imtina ediyor oluşu bir gerçek. Ancak bu gerçekten yola çıkarak, üç konfederasyonun ortak deklarasyonunu ve olası ortak hareket etme potansiyelini önemsizleştirmek ve sınıf politikasını yalnızca saf bir bürokrasi eleştirisine indirgemek de kolaycılık ve sekterlik. Çünkü özünde bu kavrayış, sendikasıyla greve ya da direnişe çıkan, mevcut kriz koşullarından ötürü hakları uğruna mücadele etmek isteyen, sendikalarının çağrısıyla alanlara çıkan ve ancak bu mücadelenin daha da ilerletilmesi gerektiğini düşünen işçilerin ihtiyaçlarını, bilinç ve mücadele düzeylerini görmezden gelmekle ve örgütlü işçi sınıfına sırt çevirmekle eşdeğer.
Bizlere düşen, sendikal bürokrasiye güvenmeksizin ve onun manevra kabiliyetlerini küçümsemeksizin, tabandaki işçilerin ihtiyaçlarına cevap üretebilecek, onların önderlikleri üzerindeki basınçlarını yukarıya taşıyabilecek ve örgütsüz işçi sınıfı güçlerini de mücadelenin içerisine çekebilecek devrimci politikalar üzerine odaklanmak.
Örneğin, bu üç konfederasyona bağlı sendikaların üyesi öncü ve mevcut eylemliklerin yetersizliğinin farkında olan işçilerin tabandaki örgütlülüğü ve önderlikleri üzerindeki basıncı nasıl geliştirebileceğine kafa yoralım:
- “Bizim konfederasyonumuz X ve Y konfederasyonlarıyla ortak bir bildiri yayımladı ve eylemlere başladık. Ancak her birimiz neden ayrı ayrı eylemler yapıyoruz, neden bizim eylemlerimize diğer konfederasyonlara üye sınıf kardeşlerimiz de gelmiyor?”
- “Y konfederasyonuna bağlı A sendikasına üye olan işçi arkadaşlarımız sendikalı çalışmak ya da ücretlerinin iyileştirilmesi için fabrikalarının önünde mücadele ediyor. Evet, bu arkadaşlarımızın üye olduğu sendika bizim konfederasyonumuzun üyesi değil. Ama madem üç konfederasyon ortak bir bildiri yayımladı ve bu bildiride sendikalaşma önündeki engellerin kaldırılması için ortak tutum alacağını açıkladı. O zaman neden bu işçi arkadaşlarımızın haklı mücadelesi etrafında kenetlenmiyoruz? Hem bizim konfederasyonumuz hem de diğer konfederasyon neden bu mücadeleyle daha fazla dayanışmıyor?”
- “Evet, sendikamız dün T şehrinde miting yaptı ve taleplerimizi dile getirdik. Ancak neden bu mitingleri sadece küçük şehirlerde yapıyoruz? İhtiyacımız taleplerimiz daha güçlü ve birlik halinde dile getirmek. Ankara ve İstanbul gibi büyük şehirlerde yaşamı kilitlemek ve milyonları toplayabilmek. Neden ‘Konfederasyonlar el ele haydi Taksim’e’ ya da ‘Konfederasyonlar el ele haydi Ankara’ya’ sloganları etrafında sendikalarımızı sıkıştırmıyoruz?”
- “Güzel, hoş yerellerde eylemler yapıyoruz. Belki konfederasyonlar büyük bir miting de hazırlayacaklar. Ancak birkaç saatlik eylem ya da mitingler bizim haklı taleplerimize ulaşmamız için yeterli mi? Bizim daha örgütlü ve mücadeleci bir çizgiye ihtiyacımız var. Z şehrinde miting yaptıktan sonra neden bu şehirde taleplerimiz için mücadeleyi sürekli kılacak, konfederasyon ayrımı yapmaksızın tüm sendikalı işçilerin ve hatta sendikasız sınıf kardeşlerimizin katılabileceği işçi meclisleri inşa edilmesi için sendikalarımıza baskı uygulamayalım?”
Bu gibi önermeler haliyle artırılabilir, geliştirilebilir. Artırılmak ve geliştirilmek de zorunda. Ancak mevcut ekonomik kriz koşullarında işçi sınıfı içerisinde çalışma yürütmeyi kendisine dert edinen ve kendisini sınıfın üzerinde değil de sınıfın bir parçası olarak addeden sınıf devrimcilerinin ana görevi tabandaki örgütlülüğü ve mücadele gücünü sürekli kılmaya hizmet edebilecek, sınıfın geniş kesimlerinin çıkarlarını ön plana çıkaracak politikalar üretmeye gayret etmesi.
Çünkü tabandaki basınç örgütlenemedikçe üç konfederasyonun ortak imzasının alanlarda ortaklaşmaya dönüşmesi kolay olmayacak. Ya da dönüşse dahi göstermelik mitinglerden ileriye taşınması… Ve bugün Türkiye işçi sınıfının ana ihtiyacı krize karşı tek günlük eylem ya da mitinglerden öte kalıcı bir mücadele ittifakının ve eylem programının ortaya çıkarılabilmesi.
Emek İttifakı: Şimdi değilse ne zaman?
Tam da bu nedenlerle, İşçi Demokrasisi Partisi olarak, uzunca bir süredir bir Emek İttifakı’nın zaruri olduğu konusunda ısrar ediyoruz. Bizler için Emek İttifakı formülasyonu en açık haliyle bir Birleşik İşçi Cephesi niteliği taşıyor. Ve bugün Türkiye sınıflar mücadelesinin düzeyi baz alındığında böylesi bir cephenin inşası yalnızca kuru bir propaganda olmanın ötesinde acil bir ihtiyaç.
Ekonomik çöküş, alım gücünün erimesi, gelir dağılımındaki adaletsizlik, güvencesiz ve esnek çalışma, sendikalaşmanın önündeki engeller, işsizlik gibi emekçi sınıfların acil sorunlarına, acil talepler ve bir eylem programı ile cevap üretecek ve bu mücadeleyi sınıfın sömürü düzeninden ve onun temsilcilerinden bağımsızlaşması yolunda ilerletebilecek bir ittifak, “şimdi değilse ne zaman” dercesine bizleri çağırıyor.
Ve bunun yolu da sınıf örgütlerinin, sosyalistlerin böylesi bir ittifakı açıkça tartışmasını dayatıyor. Daha fazla vakit kaybetmeksizin.
Yorumlar kapalıdır.