Seferberliğe karşı seferberlik

Epeydir bir “başkanlık savaşı” veren Cumhurbaşkanı sonunda “milli seferberlik” ilan etti. Yani, durum vahim! Ne diyor CB:

Artık sözün bittiği yerdeyiz. Önümüzdeki bu gerçekler ışığında yeni Kurtuluş Savaşımızı, yeni Çanakkale Savaşımızı verme ve zafere ulaştırma dönemidir. Türkiye’ye terör örgütleri ve ihanet çeteleri üzerinden savaş açanlar bugüne kadar attıkları hiçbir adımda istedikleri neticeyi elde edemediler… Gün çekişme çatışma, husumet, eski defterleri karıştırma günü değil. Anayasamızın 104. maddesine göre milli seferberlik ilan ediyorum!”

Yani “başkanlık savaşı”nın tarihi muadilleri Çanakkale ve Kurtuluş savaşları. Genel ahvalin 1. Dünya Savaşı öncesine benzetildiği bir zamanda hem verilen örnekler, hem de seferberlik ilanı normal! Bizim kuşağın büyükleri de “Birinci Harbi Umumi”den “Seferberlik” diye söz ederlerdi.

Ancak bu defa işin içinde doğrudan “Düveli Muazzama” yok; daha çok perde arkasında olduğu düşünülüyor. Ancak o, ismi bir türlü açıklanmayan “dış güçler” üzerimize “terör örgütlerini” salıyor. Bu nedenle CB, “TC Devleti’nin başı olarak PKK’sı, DEAŞ’ı, DHKP’si ile diğerleri ile, adı yöntemi ne olursa olsun tüm terör örgütlerine karşı milli seferberlik ilan ediyorum” diyor. Herhalde kastedilenler arasında, daha birkaç ay önce darbeye teşebbüs etmiş FETÖ de var. Yani, CB’nin zikrettiği savaşların benzeri, bu defa “terör örgütlerine” karşı, hem de CB’nin ifadesiyle bir “istiklal mücadelesi” olarak veriliyor.

Anlaşılan birer “devlet” boyutuna ulaşmış bu örgütlerin gücü Türkiye’yi ele geçirip siyasi bağımsızlığına son verecek derecede artmış; bir “istiklâl” savaşından söz edildiğine göre! Demek ki iktidar son 14 yıldaki “büyüyen, gelişen ve güçlenen” Türkiye masallarıyla bizi uyutmuş! Galiba iktidarın Osmanlı’ya dönüşü “mütareke dönemi”nden başlıyor! Halbuki biz Fatihleri, Kanunileri hayal etmiştik! Ancak, CB’ye göre asıl sorun AKP iktidarı altında büyük bir gelişme gösteren Türkiye’nin önünün “dış güçler”, yani bazı büyük devletler, faiz lobileri, finans kuruluşları, kredi değerlendirme şirketleri vb. tarafından terör örgütleri aracılığıyla kesilmek istenmesi. Ancak burada bir sorun var: Bu dış güçler, en azından 2002’den dünya krizine kadar bol miktardaki ucuz dış kredilerin sefasını süren ve ekonomisi büyük ölçüde dış finansmana bağlı, varını yoğunu özelleştirip yerli-yabancı mali sermayeye satan, üstelik ekonomisi gerileyen; politik, ekonomik ve askeri olarak emperyalist sistem içinde yer alan ve iyi kötü yatırım yaptıkları bir ülkeyi, kendilerinin kaynak sağladığı çok büyük köprü, havaalanı, otoyol gibi projeleri nedeniyle neden yok etmek veya ele geçirmek istesinler! Şaka değil, 2013’te Gezi’nin arkasında, faiz lobisinin ve/veya Frankfurt’a rakip olacak 3. havalimanı inşaatı nedeniyle Almanya’nın olduğu açıkça iddia edilmişti.

Tabii, bir de bu her türlü “seferberlik” işine kanlı olması şartıyla teşne Bahçeli var. O da El Bab savaşına ilişkin “Türk milletinin varlığını muhafaza etmek için ağır bedeller ödediğini” ileri sürüp “atılacak her geri adım mevzi kaybına hatta vatan mahvına yol açabilecektir” diyor. Vay canına, o burnundan kıl aldırmayan “ebed müddet” devletimiz ne hallere gelmiş!

Düşman savaş hukukuna doğru…

Aslında bu tuhaflıkları ortaya koymak pek bir şey ifade etmiyor. Devletin derdine yanacak halimiz yok. Çünkü asıl tehlike altında olan bu ülkenin emekçi halklarıdır. O nedenle, “Eğer güvenli bir bölge kurulacaksa, Suriye’nin kuzeyinde değil, Beştepe’de kurulmalıdır!” demiştik. Durum gerçekten vahim. Türkiye’nin parlamentarizmden başkanlığa geçmesinin bir sistem değişikliği değil, bir rejim değişikliği anlamına geleceğini; bunun da kaçınılmaz biçimde bir “iç savaş rejimi” olacağını tekrardan söyleyelim. İç savaş rejimleri, bütün açık diktatörlüklerin ortak niteliğidir. “Ülkenin gelişip güçlenmesini engellemeye çalışan, bağımsızlığımıza kastetmiş dış güçler ve onlarla işbirliği halindeki iç düşmanlara ve her ne yöntemi kullanırsa kullansınlar terör örgütlerine” karşı CB tarafından ilan edilen bu çok geniş kapsamlı “seferberlik” ve bütün milletin davet edildiği ihbar kampanyası, böyle bir rejimin işaretidir. Sermaye kaçışları ve döviz fiyatlarının artışı bile iç ve dış düşmanlara bağlanarak bütün muhalif güçler devlet terörünün hedefi haline getirilmektedir. RTE’nin başkanlığını desteklemeyen herkes artık “vatan hainidir!” Bu rejimler her şeyden önce düşman sınıflara, muhalif siyasi güçlere rejimin “gayrı milli ve hain” ilan ettiği toplum kesimlerine karşı “düşman savaş hukuku”nun uygulandığı tek taraflı ve tek yönlü bir “iç savaşa” dayanır. Amacı, var olan toplumsal, sınıfsal, siyasal ve kültürel muhalefeti, rejimin toplumu denetleme imkânları ölçüsünde yok etmek, sindirmek ve her halükârda yeniden başını kaldırmasını engellemektir. “Terör ve terörist” tanımının, hayatın her alanını kapsayacak şekilde genişletilmesinin; Kürtlere karşı savaşın; El Bab yollarına düşülmesinin; sürekli sıkıyönetim ve savaş çağrısı yapan Bahçeli ile kurulan şer ittifakının; ve nihayet “terör” bahanesiyle “milli seferberlik” ilan edilmesinin başka bir nedeni yoktur.

Ne anlama geliyor?

CB’nin, daha sonra yaptığı “Ekonominin çarklarını hızlandırması, piyasayı hareketlendirmesi, benim ‘milli seferberlik’ dediğim olay ‘eline silahı al, sokağa çık’ bu değil” açıklaması, bize değil işadamlarına; malûm sermaye ürkektir! Ancak işin aslını Yeni Şafak’ta İbrahim Karagül açıklıyor: “Bir ülke savunması söz konusuyken…bu büyük seferberlikte yer almayan… Türkiye düşmanlarından ” söz ettiği yazısında “Vatan, millet, ülke, devlet eksenli bir saflaşma olacak. Bunun dışında hiçbir şeyin önemi kalmadı. Türkiye olarak büyük bir hesaplaşmaya kilitlendik….Öyleyse bu savunma ve hesaplaşma dışındaki her ses bizim için tehdittir…” Bu memleketin çocuğuyuz, hangi lafın nereye gittiğini ve neyi ima ettiğini biliriz. Karagül’ün sözleri, kitlesel kıyımlara kadar varabilecek kanlı bir yolu işaret ediyor. Bu aynı zamanda, o evlerinde zorla tuttuklarını söyledikleri, zaten bir kısmı sokaklarda olan “yüzde elliyi” sokağa salabileceklerine dair bir işaret; o savaşı bu savaşı derken halkı açıkça bir iç savaşla tehdit ediyorlar. Üzerinden kan damlayan “vatan” tariflerinin nedeni bu.

Ancak…

Ancak talihleri çoktan döndü. Dönülmez bir yolda olduklarının, başkanlık rejiminden başka bir çarelerinin kalmadığının farkındalar. “Sıyırmış” halleri bundan. Bu memleketin, her an bir darbeye kurban gidebilecekleri tekinsiz bir yer haline geldiğini görüyorlar. Pek çok diktatörlük gibi iflah olmaz iç çelişkilerinin çaresini dış savaşlarda arıyorlar. Ancak ne içerde ne de dışarıda yol açtıkları belaları göğüsleyebilecek kadar güçlü, yetenekli ve dirayetli değiller. Aslında tarihsel bir güçsüzlük ve iflas içindeler, ancak, bu onları daha tehlikeli hale getiriyor. Çünkü bir iktidar çılgınlığı içindeler. Duvara çarparak dursalar bile o ana kadar çok büyük hasarlar verecekler. (Ayrıca o “duvarın” nasıl bir şey olacağını tam olarak bilen yok.) Kaldı ki, diktatörlük hevesleri, yaratacakları cehennemlerde apoletli-apoletsiz başka zebanileri de harekete geçirecek; hem de “kardeş kavgasına son verme” gerekçesiyle.

Ne yapmalı?

Ne mi yapılmalı? Elbette önce birlik olunmalı. Ancak bu birlik, yeniden geçmişe, en başa, mesela uydurma bir “demokrasiye” ve tek ayaklı bir “laikliğe” değil, toplumsal eşitliğe, özgürlüğe ve başka tür bir demokrasiye dönük olmalı. Yani sınıf esasına dayalı, işçi sınıfını temel alan, onları siyasi mücadeleye çekebilecek ve böylece toplumsal “özne ve önderlik” sorununu çözebilecek bir birlik. Bu aynı zamanda kitleselleştiği oranda her türlü iç savaş tehdidine karşı kendini korumaya hazır bir birlik olmalı. Olmazsa, yine “onlar kurtarır”, hesabı da biz öderiz. Çözümün yolu bu kan kokan “seferberlik” çağrılarına karşı sınıf bağımsızlığına dayalı devrimci kitle seferberliklerinden geçiyor…


Yorumlar kapalıdır.