Silvan: Acıların son bulması için…

Yeni Şafak yazarı Resul Tosun, Silvan olayından hareketle esas sorunu Özel Harekât birimlerinin sıcak çatışma bölgelerinden çekilmiş olmasına bağlıyor (Yeni Şafak, 20 Temmuz 2011). Nitekim Tosun yazısında 1990’lı yıllarda bu yöntemin “terörü” bitirdiğini iddia ediyor. Oysa bu ve benzeri yöntemlerin bir işe yaramadığı, hatta tam tersi sonuçlar doğurduğu ve daha da ötesi bizzat bu önermenin kendisinin mevcut sorunu tarihsel olarak doğurup büyüttüğü ve sürekli güncel kıldığı çoktan doğrulanmış durumda. Bugün Silvan üzerine konuşuluyor olması da bu gerçeği göstermekte. Ve Silvan, resmi kayıtlara göre 42 bini aşan insan kaybının üzerine eklenen, faili meçhullerle 60 bine ulaşan 27 yıllık korkunç bir insani bilançonun kahredici bir parçası sadece. Lakin Resul Tosun’un yazısına esas değinme nedenimiz bu değil; yazısının muradını da ifade eden şu son satırı: “…unutmayalım ki ülkemizde polis ne kadar güçlü olursa demokrasimiz de o kadar güçlü olacaktır.” Bir bakıma yabancısı olmadığımız bir düşünce bu; ama her seferinde sindirmek için yine de biraz soluklanmak gerekiyor…

Polis gücü demokrasi gücü müdür?

Kürt sorunu ve onun son yansımalarından biri olan Silvan olayı üzerine düşünürken, “güçlü polis eşittir güçlü demokrasi!” algısının aslında marjinal bir düşünce olmadığını, tersine değişik vehçeleriyle oldukça yaygın olduğunu görüyoruz. MHP vari zihniyetlerle sınırlı olmayan, içine AKP ve CHP’yi de alan ama daha da geniş-derin bir devlet-rejim kurumsallığı söz konusu. Nitekim rejim, doğrudan bu zihniyet üzerine inşa olmuş durumda. Bu nedenle devlet kaynaklı baskı ve şiddet olagan bir yöntem/uygulama olarak sürekli gündemde kalabilmekte. Devleti için varolan millet anlayışıyla da kolluk kuvvetinin bu baskı ve şiddet uygulamaları toplumsal bir meşruiyet zemini bulabilmekte. “Güvenlik ve istikrar” adına herşeyi mübah hale getiren bir kara düzen, toplumun akli melekelerini ele geçirecek ölçüde tüm hücrelere nüfuz edebilmekte. Böylece toplumun her bir ferdine kendini potansiyel bir asayiş sorunu olarak görme paronayası aşılanabilmekte. Bu ise kaçınılmaz şekilde iktidarın etekleri altındaki safların daha da sıklaştığı trajik bir görünüm yaratabilmekte. Sonuç: sorgulamayan, şüphe etmeyen, hak-özgürlük kısıtları karşısında sinen, bir anlamda demokratik refleksleri çalışamaz hale getirilip demokratik olarak kötürüm kılınmış bir toplum! Dizayn edilmek istenen de bu mu? Bu çerçevede “güçlü polis eşittir daha çok demokrasi” önermesiyle AKP hükümetinin “ileri demokrasi” vaadinin akrabalığını görmemek mümkün değil. Hükümetin “Kürt Açılımı”na değişik isimler vererek sonunda Milli Birlik ve Beraberlik Projesi‘nde karar kılmasını ve Başbakan Erdoğan’ın Kürt sorununun çözümünü dönüp dolaşıp terör eksenine yerleştirmesini hatırlayalım; ve tam bu noktada, “Silvan’da ne oldu, neden oldu, kimin işine yaradı, kim kaybetti?” sorularını bir de bu bağlamda düşünelim.

Kuşkusuz ne kadar polis (buna askeri de eklemeliyiz) o kadar demokrasi anlayışının iler tutar yanı yok. Bu memleketin bir Kürt sorunu var, güneş balçıkla sıvanmaz ama birileri bunu terör sorunu olarak görebilir, görmekte. PKK, Kürt sorununun ayrılmaz bir parçası durumunda ama birileri onu terör örgütü olarak tanımlayabilir, tanımlamakta. Öcalan -bizzat kendisinin İmralı’da devletle yaptığını söylediği görüşmelerden de aktardığı üzere, devlet tarafından da- PKK’nin ve Kürt siyasi hareketinin tartışmasız önderi olarak görülmekte ama birileri onu “eşkiya başı” olarak anabilir, anmakta. Bütün bunlar tartışmaya açık konulardır. Sorunun taraftarları ve muhatapları kendi siyasi-ideolojik durumlarına göre pozisyonlarını zaten almaktalar. Bu noktada isteseniz de olduramayacağınız şey “güçlü polis eşittir güçlü demokrasi” gibi oksimoron bir formül icat etmektir. Bu herhangi birinin ben söyledim oldu diyerek geçerli kılabileceği birşey değildir. Yanlış anlaşılmasın güç ile belli bir süre bunu idame ettirebilirsiniz; ama bunun adı “demokrasi” olmaz. Kimseyi inandıramazsınız, sadece durumu idare edersiniz ve çoğunlukla da ancak arkanızda devasa bir mezarlık bırakarak yapabilirsiniz.

Silvan olayı ve medyanın savaş dili

Medya birkaç istisna dışında savaş taraftarı bir ana yayın politikasına sahip. Gerçekleri çarpıtmak sıradan bir yazı işleri faaliyeti, ve teşvik görüyor. Çoğunlukla, gazetecilik mesleği bir devlet memuriyeti gibi algılanıyor. Özellikle Kürt sorununda bu zihniyetin ve ihlallerin katlanarak tavan yaptığını görüyoruz. Silvan olayının medya tarafından sunumu bu durumun son örneklerinden. Birçok gazete ve tv kanalının Silvan olayını, devletin ve hükümetin açıklamalarını dahi geride bırakacak şekilde sunuşu da bunu göstermekte. Nitekim Silvan olayının ardından BDP ve Kürtlere yönelik devam eden saldırılarda medyanın işte bu kışkırtıcı, düşmanlaştırıcı şovenist dil ve habercilik anlayışının payı en üstte yer almakta.

İnsanların sinirlerini bir yay gibi germenin faturası her yerde, her zaman büyük olmuştur. Şovenizm gerçekten çok tehlikeli bir oyundur.

Lakin Medya bu tehlikeli oyunun borazancı başı olmaktan geri durmadığı gibi çarpıtma ve yalanlarına en aleni şekilde devam ediyor. Öcalan’ın 18 Temmuz’da avukatlarıyla yaptğı görüşmenin medya tarafından kamuoyuna yansıtılma biçimi de bu durumun taze örneklerinden.”Öcalan tehdit etti!”, “Öcalan’dan U dönüşü!” gibi başlıklar atan gazetelerin haber metinleri okunduğunda aslında Öcalan’ın Silvan olayından üzüntü duyduğu, tekrarlanmasını istemediği, bunun için barış görüşmelerinin devam etmesi gerektiğini dile getirdiği görülmekte. Açıklamayı ayrıntılı veren haberlere bakıldığında da Öcalan’ın Silvan olayını hükümetin barış görüşmelerinde ayak sürümesine bağladığı, genel seçimler öncesi ve sonrasında BDP ve Blok üzerinde uygulanan baskılara gönderme yaptığı ve seçilmiş tüm milletvekillerinin meclise girmesi önündeki engellerin kaldırılması gerektiğini söylediğini görüyoruz. Öcalan’ın, “Başbakan bir çağrı yapabilir; ‘biz bu işin silahlarla çözülmeyeceğine inanıyoruz. Bu meseleyi demokratik anayasal yöntemlerle çözeceğiz’ derse, bir haftada hallederiz.” açıklaması ise görüşlerinin bir özeti niteliğinde. Öcalan’ın, “Böyle olmazsa ne olur?” sorusuna cevabı ise, “…Sorun sürüncemede bırakılırsa, demokratik çözüme gelinmez, silahların susturulması için bize gerekli olanaklar tanınmazsa ne yazık ki bu çatışmalar devam eder.” şeklinde. Görüldüğü üzere basının manşete taşıdığı başlıkların aksine ne tehdit ne de benzer bir vurgu var, sadece bir durum değerlendirmesi yapılmakta…

Netice itibariyle artık akan kan dursun, çekilen acılar, dökülen gözyaşları bitsin, kanı kanla temizleme politikalarına son verilsin istiyoruz. Tutuklu milletvekillerinin ve siyasilerin serbest bırakılması, askeri ve siyasi operasyonlara son verilmesi, Kürtlere ve kurumlarına yönelik saldırıların engellenmesi/kışkırtılmaması, özgürlükleri kısıtlayan/engelleyen yasaların demokratikleştirilmesi doğru ve olumlu bir başlangıç olacaktır…

Yorumlar kapalıdır.