Okur mektubu: “Ya işçilerin birliği ya da sefaletin derinliği”
Merhaba sevgili Gazete Nisan okurları. Açlığa mahkûm edilmiş, yüksek kiralar altında ezilmiş, faturalarla son bir nefes boşluğunu da yitirmiş biz işçilerin dertlerini, sorunlarını siz istersiniz de ben yazmaz mıyım? Nereden başlamalı, nasıl anlatmalı? 22 bin TL’lik kazancım varken hangi bilgi birikimiyle, hangi tahsille, hangi hayal gücüyle yazabilirim? Sadece gördüklerimi, yaşadıklarımızı anlatabilirim.
Bildiğiniz gibi bu memlekette işçinin emeğinin pek değeri yoktur. Zaten aldığımız asgari ücretten de bu değerin ne olduğunu hepimiz biliyoruz. Bu değerle gelecek için bir plan yapılabilir mi? Bırakın planı, umutlu ve mutlu hayaller kurulabilir mi? Maalesef kocaman bir hayır.
Çalıştığım işyerinde de biz işçiler arasında birlik yok. Birliğimiz rekabet duygularıyla, siyasi ve dini ayrışmalarımızla zayıflıyor. Patronların ve avenelerinin saldırıları karşısında dağınık bir ordu gibi her birimiz ayrı yönlere savruluyoruz. Böylelikle patronlar istediklerini dayatıyorlar. Mesela bazen iki olan çay molasının birini kaybederiz, bazen bir saatlik yemek molasının 15 dakikasını yitiririz ve yitirdiklerimizin karşılığını daha fazla çalışarak öderiz. Enflasyon her ay artarken maaş zammı yılda bir kez yapılır.
İşyerimizde de ücretler aralık ayının son haftasında asgari ücret netleştikten sonra, bir iki hafta içinde işçilerle tek tek konuşularak belirlenir. Yazıhaneye girişimizde çok sıcak karşılanırız; neşeli, pozitif, güzel bir atmosferde sohbet edilir. “Biz bir aileyiz” ile başlayan samimi görünümlü konuşmalarla yoksul işçiye değer verildiği söylenir. Ancak “İstesek yerine daha yetenekli biri gelebilir ama buna gerek yok, çünkü sen seviliyorsun. Performansının yetersizliği ise aşılabilir,” denir. Devletin öngördüğü oranda zam yapılmasının vatana millete hayırlı olacağı, bazılarına bu oranın da altında zam verilmesinin helal olacağı belirtilerek işçiler ikna edilmeye çalışılır.
İşçi de “Ama bu maaşla nasıl geçinilir? Kiradan sonra bir şey kalmıyor. Çocuk var, hanım var, üç boğazız evde. Biraz yardımcı olun, biraz fazla yapın zammı,” der. Müdür biraz düşünür gibi yaptıktan sonra, “Senin için mesai yazarım bol bol. Cumartesi, pazar, akşamları çalışırsın, toparlarsın kendini,” diyerek güncel maaş bordrosunu işçinin eline tutuşturur. Kaşlarını çatar, birden gerilen atmosferde işçinin dışarı çıkmasını bekler. Çok üsteleyenler olur, başını eğip razı olanlar olur.
Patron ise bu işlere karışmaz. O daha çok “Maliyetler çok yüksek, bana da pek bir şey kalmıyor,” serzenişlerinde bulunur. Ancak 5 milyona aldığı arabasından, banka promosyonlarımızı cebine atmasından, sürekli yeni makineler almasından, servetine servet katmasından asla bahsetmez. Neden bahsetsin ki? Kendisi ve avenesi mutludur, her şey yolundadır. Bu yoksullar ordusunu gayet iyi idare etmektedirler.
Biz işçilerin kendimizden başka dostu olmadığı gibi, örgütsüzlüğümüzden başka düşmanımız da yoktur işte. Halbuki demirleri, çelikleri işleyen biziz. Hayatı üreten, temizleyen, paklayan biziz. Hizmet sektörüyle hayatı devam ettiren, sağlık sektöründe hastaları yeniden hayata bağlayan biziz. Kısacası, varlığımızla hayatı her gün yeniden üreten biziz.
İşçi olmak yetmez; bu zulüm, kan ve gözyaşı düzenini sarsmak, dönüştürmek için devrimci işçi olup sendikalara, emek örgütlerine katılıp mücadelemizi birleştirmeliyiz. Haydi işçi kardeşim, korkma, mücadeleye katıl. Sesimize ses, nefesimize nefes ol. Bir omuz ver, haykıralım meydanlarda: “Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz!”
Metal işçisi Yılmaz
Yorumlar kapalıdır.