İUB-DE heyeti Suriye’deydi
İşçilerin Uluslararası Birliği – Dördüncü Enternasyonal (İUB-DE) heyeti Suriye’de yaklaşık iki hafta süren kapsamlı bir ziyaret gerçekleştirdi. Suriye’nin pek çok ilini ziyaret eden heyet devrimcilerle, siyasi aktivistlerle, aydınlarla görüşmeler gerçekleştirdi, gerek Suriye gerekse de bölge ölçeğinde politik işbirliklerini, ortak faaliyetleri geliştirmek doğrultusunda oldukça verimli toplantılar yaptı.
İUB-DE ve Türkiye partisi İDP başlangıcından itibaren Kuzey Afrika ve Ortadoğu devrimlerinin daima yanında oldu. Solun pek çok kesiminin yaptığı gibi, halkların diktatörlük rejimlerine karşı ayaklanmasının yanında yer almak için çeşitli yapay koşullar koymadı. Bu çerçevede, Esad rejimini destekleyen veya tarafsız, sessiz kalan sosyalist akımlardan farklı olarak Suriye halkının özgürlük mücadelesinin de daima yanında oldu. Bu doğrultuda pek çok uluslararası dayanışma kampanyasına öncülük etti veya içerisinde yer aldı. Esad rejiminin devrilmesinin ardından, Suriye halkının başlangıçtan itibaren savunduğu özgürlük ve onur talepleri doğrultusunda bu kez Şara yönetimine karşı verdiği mücadelenin de en kararlı destekçileri olmaya devam edecek.
Aşağıda, heyetin Lübnanlı üyesi Aisha Awdeh’in seyahatin gözlemlerini aktardığı ve ülkedeki güncel politik süreci değerlendirdiği yazıyı okurlarımızla paylaşıyoruz.
Esad Sonrası: Yeni Bir Suriye Yolunda
Beşar’sız, Mahir’siz, aile yönetiminin hiçbir simgesi olmadan bir Suriye’ye doğru yolda, kendini zafer ile korku, hayal ile enkaz arasında uzun bir yolda yürür gibi hissediyorsun. Biri diğerinden ayrı değil. Adımlarını her hikâyenin, her şehit isminin, devrimin ilk günlerinde göstericilerin attığı her sloganın üzerinde atıyorsun. Her şey bir anda geri geliyor. Babanın sana Baba Esad’ı, Palmira’yı, Hama’yı, Lübnan’daki savaşı anlattığını duyuyorsun. Çocukluktan beri bir kâbus gibi seni takip eden hikâyeler artık sadece birer anlatı değil, uçağın pencerelerinden geçen, yıkım haritalarına işlenmiş sahneler.
Yanında, canlı yayında gördüğümüz katliamların yükünü taşıyorsun; Hamza el-Hatib ve Hacer’in şehadetinde döktüğün gözyaşlarını, Dera’daki esir çocukları hatırlıyorsun. Dera, kıvılcım ve başlangıç noktası… Suriye’nin coğrafyasını hiç gitmeden ezberledik; milyonlarca Suriyeli gibi biz de rejimi devirmeyi hayal ettik.
Halep…
Halep Havalimanı’na iniş, acının anlatısının başlangıcıdır. Yorgun semtleri görüyorsun, isimleriyle biliyorsun: Salahaddin, Sukkeri, Şear… Her köşesi bir trajedi anlatıyor. Bu kentin üzerine kaç varil düştüğünü biliyorsun; tamamen felç olana dek boyun eğmediğini de… Ama onda ölmeyen tek şey, halkının hafızası.
Yıllar sonra yoldaşımla Halep’te buluştuğumda onu uzun süre kucakladım. Hiçbir şey söylemedik. Sessizlik her türlü sözden daha anlamlıydı. O an, iki dostun, yoldaşın buluşması değildi; hayatta kalabilmişlerin kutlaması ve kurtulamayanların hatırasıydı. Özel bir kucaklamaydı: Sanki, “İşte bunun için Esad düştü” diyorduk.
Eski Halep’e doğru giderken, tam bir yara sayfası açılıyor. Her taş, her duvar, her mahalle baskı hikâyesinin bir kısmını anlatıyor. Duvarlardan ölüm kokusu geliyor; sanki hâlâ ağlamayı bırakmamışlar. Şehrin nasıl yok edildiğini görüyorsun. Bu bir yok etme, bir savaş değil. Sadece Rus füzeleriyle ya da varil bombalarıyla değil; medya ile, yalanla, küresel ihanetle ve kendini ilerici diye tanıtıp katliamları meşrulaştıranların sessizliğiyle… Fakir bir halkın onur için attığı slogan yerine, diktatör bir rejimin kalmasını tercih eden o “sol” ile…
Bu mahallelerdeki her bina, “emperyalizmle mücadele” bahanesiyle Esad’a destek veren solun yüzüne atılmış bir tokattır. Aç sefil semtlerde emperyalizm nerede? Cevap önünde: Yıkım ve şehit sayısı, bu saçmalıkların hepsini susturmaya yeter. Bunu yüreğim yanarak söylüyorum; çünkü diktatörün devrilmesini sağlayan insanların ekmeği ve hayatı pahasına ödediği işte bu bedellerdi.
Halep düştüğünde yazmıştım: “Diktatörün yüzüne tüküren Halep bugün cezalandırılıyor.” Ancak şimdi gördüm, Halep’e neler yaptıklarını… Ve bu yapılanlara mazeret üretenleri, kalemleriyle destekleyenleri tekrar düşündüm.
Menbic… Dışlanmışların merkezi
Menbic bir ayrıntı değil. Merkez ve çevre arasındaki adaletsizliğin özetidir. Arap kabileleri, göçebeler, Kürtler, aşiretler ve devletin her zaman dışladığı yoksullar… Devrim buradan geçti, ardından IŞİD geldi, boğazladı; sonra SDG “özyönetim” adı altında, Arap toplulukları yabancılaştırarak burayı yönetti. Şimdi ise geçici hükümet ise kenardan izlemekle yetiniyor, ne Menbic’in varlığını tanıdı ne de “zafer” nutuklarına dahil etti.
Menbic kırsalında her kilometrede bir Türk üssü görüyorsun, sanki Suriyeliler olmadan Suriye’ye yeni sınırlar çiziliyor. Burası Menbic; altyapı yok, elektrik yok, sosyal hizmet yok; sadece silah ve bağımlılık var.
Bugün bile Menbic güçler arası çatışma alanı olarak kullanılıyor. Halk tarım ve hayvancılıkla geçiniyor ama devrimden önce başlayan kuraklıktan beri ağır bir yoksulluk içinde. Ama yine de ayağa kalktı. Menbic, yönetenlerin halkını cahil Bedevi aşiretler olarak görmesine rağmen, devrimciler ve entellektüeller çıkardı.
Humus… Devrimin başkenti
Humus, Abdülbasit el Serut ve yoldaşlarının şehri; açlığın, kuşatmanın ve direnişin kenti. Onu devrimin ilk günlerinden tanıdım, semtlerinin isimlerini ezberledim: el-Vaer, el-Bayyade, Cevret’üş-Şiyah, Halidiye ve kırsaldaki Rastan… Humus’ta Fedva Süleyman “Bir, bir, bir… Suriye halkı birdir” diye haykırmıştı.
Humus… Genç yaşına rağmen ayrılmayı reddeden ve 2019’da 29 yaşında şehit düşen Sarut’un şehri. Şehre girdiğimde kulaklarım hâlâ onun sesiyle çınlıyordu. O, yalnızca Karamah’ın ve milli takımın kalecisi değil, meydanın tam kalbinden Esad’a ve ordusuna meydan okuyan bir gençti.
Sarut, sıradan bir ikon değil kendi kuşağının simgesiydi. Yoksul bir emekçi mahallenin çocuğu, bir futbolcuyken devrimin ezgicisine, oradan da savaşçısına dönüşmüştü. Kuşatmanın, kayıpların ve art arda gelen kırılmaların ağırlığı altında kimi zaman düşüncelerinde radikalleşti; yolu sert dönüşlerle şekillendi.
O, rejimin zulmünden olduğu kadar radikal İslamcı grupların baskılarından da nasibini aldı; defalarca El Nusra Cephesi ve diğerleri tarafından tehdit edildi. Çünkü o, Suriye halkının ve devrimin bütün çelişkilerini üzerinde taşıyordu. Bu yüzden bir gruptan diğerine, bir ideolojiden ötekine savruldu. Humus’tan çıkıp kuzeye geçtiğinde, son durağı “Ceyş’ul-İzza” oldu, ta ki rejimin kurşunları Hama kırsalında hayatına son verene kadar.
Ama Sarut tek başına ölmedi. Onunla birlikte bütün Humus kuşatılıp boğuldu. Ve nihayetinde rejimin bayrakları şehrin üzerine dikildiğinde, hayatın değil, yalnızca yıkıntıların üzerinde dalgalanıyordu.
Devrimin ilk gününden beri yaralı olan Humus hâlâ kanıyor; özellikle de kırsalı, “kurtuluştan” sonra mezhep temelli cinayetlerin işlendiği yer… Kadın kaçırmalar, öldürmeler; tüm bunlar, bu suçları her zaman “ferdi eylem” diye çerçeveleyen geçici hükümetin gözü önünde gerçekleşti.
Suriye sahili… Önyargıdan katliamlara
Sahil diye anılan Lazkiye ve Tarsus bölgesinde, eski rejimin paramiliter güçleri olan şebbihalarla ilgisi olmayan sivil halka karşı katliamlar yapıldı. Bu, rejimin artıklarının ve şebbihalarının, çoğunluğu Alevi köylerinin arkasına saklandığı, halkı ise öne sürdüğü yerlerdi.
Hiçbir yönetimin bu olayları mezhepçi bir mantıkla ve iç savaş yöntemleriyle yaklaşma hakkı olamazdı. Sahil, mezhepsel kimliği nedeniyle Esad çetesiyle asla özdeleştirilemez. Dahası yoksul köylüler, mevcut hükümetin koruması altında hayatına devam edebilen zengin şebbiha liderleri gibi muamele görmeyi fazlasıyla hak ediyordu…
Suriye halkı, tüm renkleriyle, Beşar Esad’ın düşüşüne sevindi. Geçici hükümete dair duyulan endişeye rağmen, Halep’ten Şam’a bu hissi görebilirsin. Bununla birlikte, Ahmed Şara’nın kendini seçim tarihi olmadan, sahte bir ulusal diyalogla ve anayasa olmadan geçici başkan ilan etmesi, insanların yeni bir Esad deneyimi yaşayabilecekleri korkusunu artırıyor.
Ve sonra 5 Mart felaketi geldi: Sahilde, şebbihaların kalıntılarının ayaklanma girişimi… Bu girişime Aleviler ve Sahil halkı destek vermediği için bu girişim başarısız oldu; ama hükümetin tepkisi mezhepçi ve kanlıydı: Katliamlar, kimliğe dayalı öldürmeler, insan kaçırmalar… 1500 sivil ve 300 güvenlik görevlisi hayatını kaybetti.
Abluka altındaki Süveyda…
Süveyda olayları, bardağı taşıran son damlaydı. Sekiz ay süren başarısız müzakerelerin ardından, Şara hükümeti “güvenliği sağlamak” için Süveyda’ya girdi; hiçbir garanti olmadan. Ama halk, sahilde olanları hatırladı ve kendini savunmaya karar verdi.
Ordu girince ihlaller başladı: ev yakmalar, adam kaçırmalar, dini ve ulusal sembollere hakaret… Süveyda’nın dini liderlerinden Hikmet Hicri ve destekçilerinin kendi politik çıkarları olduğu, eski rejim kalıntılarıyla ilişkileriyle olduğu doğrudur. Bununla birlikte Dürzilerin tamamını Hicri’nin veya diğer dini liderlerin sadık destekçileri gibi resmetmek doğru ve adil değildir. Şara yönetimi yanlısı basının Süveyda halkını eski rejimin “artıkları” olarak sunması, tehlikeli ve otoriter bir dildir ve nihayetinde İsrail işgal projesine hizmet etmektedir. Nitekim İsrail, “Dürzileri koruma” bahanesiyle bu durumu istismar etmekte gecikmemiş, savaş uçaklarıyla Süveyda’daki Suriye ordu mevzilerini ve Şam’daki Genelkurmay karargâhını bombalamıştır.
Şimdi, kırılgan bir ateşkes ve abluka var: Elektrik yok, su yok, ilaç yok, mazot yok; Bedeviler yerlerinden ediliyor. Bu manzaralar, Madaya, Kefreya ve Fua ablukalarını hatırlatıyor. Abluka, Esad’ın kullandığı bir savaş suçuydu; şimdi Şara tekrar kullanıyor.
Yeni Suriye… Nereye? Ne yapmalı?
Mevcut geçici hükümet, devrilen Esad rejiminden özde çok da farklı olmayan yeni bir otoriter düzen inşa etmeyi hedefliyor. Eski rejimden miras kalan mezhepsel ve ulusal bölünmeleri kullanarak ve halktan gerçek bir meşruiyet almadan; kriz yönetimi mantığıyla, silah ve dış destek yoluyla fiili iktidarını pekiştirmeye çalışıyor.
Bir yeri askeri olarak kontrol altına alanın siyasi karar hakkını da elde ettiğini savunan “kurtaran karar verir” anlayışı, tehlikeli bir ilkeye dönüşmüş durumda. Hükümet, meşruiyetini Suriye halkından değil, bölgesel ve uluslararası başkentlerden almaya çalışıyor. Oysa gerçek soruları görmezden geliyor: Anayasayı kim yazacak? Siyasal ve ekonomik sistemin çerçevesini kim belirleyecek? “Geçiş adaleti” nasıl sağlanacak? Savaş suçluları ne zaman yargılanacak? Ne seçim var, ne parti yasası, ne halk katılımı; sadece kapalı bir yönetim ve “gerçekçilik” kisvesi altında dışlayıcı bir otorite.
Bu gidişat, yeni patlamalara ve Suriye’nin küçük çatışmalar ve bölgesel sadakatlerle dolu kalıcı bir haritaya dönüşmesine zemin hazırlıyor. Gerçek temsiliyetin olmayışı, siyasi aktörlerin marjinalleşmesi ve yoksul kesimlerin taleplerinin görmezden gelinmesi; siyasal, toplumsal ve sınıfsal bölünmeleri derinleştiriyor ve yeni bir çürümüş rejimin inşasının zeminini hazırlıyor.
Bu nedenle yalnızca hükümeti değil, tüm gidişatı değiştirmek gerekiyor. Devrim ruhunu yeniden canlandırmak, sadece sloganlara dönmek değil; politik ve toplumsal hareketi temelden yeniden inşa etmektir. Dış eksenlerin vesayetini reddetmek ve inisiyatifi geri almak gerekiyor. Hükümetten ve burjuva toplumsal ve siyasal güçlerden kesin bağımsızlık temelinde devrimci güçler, devrim başladığından beri özgürlük ve sosyal adalet mücadelesine inanan herkesi kapsayan ulusal ölçekte bir devrimci ittifak kurmalıdır. Yeni Suriye, yoksulların, köylülerin, işçilerin, göçmenlerin, işsizlerin ülkesi olmalı ve bu mücadele bir işçi-emekçi hükümetiyle sonuçlanmalıdır.
Yeni Suriye ne yukarıdan alınan kararlarla ne de uluslararası mutabakatlarla inşa edilecek. Hayalini kurduğumuz Suriye; meydanlarda, köylerde, daha önce kuşatılmış mahallelerde ve zulme direnen halkın kolektif hafızasında inşa edilecek. Devrim yenilmedi ama yeni hükümet onu çalmaya çalışıyor. Ve onu geri almak için yolumuz açık.
Yorumlar kapalıdır.