Ali’nin mirası: Kelebek ile arının diyalektiği

Ali’nin ölümü, siyasi yelpazenin birbirleri ile farklılaşan bir takım seslerinden, benzer mesajlar ile karşılandı. Siyasal İslamcılar, kendi çağdışı politikalarını Ali’nin dini tercihini örnek göstermek aracılığıyla meşrulaştırma gayreti içerisine girdiler. Liberaller, Ali’nin ırkçılığa karşı verdiği mücadeleyi dinamizmden yoksun anayasal bir reflekse indirgeyerek bir kere daha demokrasiyi kutsadılar. Ali’nin şampiyon unvanını elinden alan, onu para cezasına çarptırıp hapse atmak isteyen ve ellerindeki bütün olanaklarla Ali’nin hayatını bir cehenneme dönüştürmeye ant içmiş “yüksek” politikacılar takımının bugünkü sınıf kardeşleri sırıtışlarını saklayarak, onun arkasından timsah gözyaşları döktü.

Ancak Ali’nin Amerikalı siyahların her alanda ezilmelerine bir çıkış politikası olarak yorumladığı İslam anlayışı, Vietnam savaşı sırasında Birleşik Devletler egemen sınıflarının ve kurumlarının bütün yasal araçlarını ve baskı aygıtlarını karşısına alarak benimsediği enternasyonalist tutum ve Beyaz Saray’ın varlığı ile siyah halkın özgürleşmesinin bir çelişki olduğunu kabul eden dünya görüşü, onun ölümünün ardından patlak veren “epigonlarının” yarattığı çiğ şablonlara sığmaz.

Ali’nin ölümünden bu yana siyasal tercihleri ve çıkışları ile toplumsal olarak neleri temsil ettiği üzerine sıkça yazıldı. Gerçekten de bir “sporcu” olarak Vietnam savaşına aktif muhalefetten siyahilerin özgürleşme hareketine dek birçok mücadelenin içerisinde yer almış olan Ali, varoşlarda ve fabrikalarda hayatta kalmaya çalışanlar için ilham verici bir figürdü ve öyle olmayı da sürdürüyor.

Ancak buna ek olarak Ali’nin insanlığın tarihsel birikimine, eylediği faaliyetle ne derece önemli bir katkı sunduğu gerçeği de var. Ali için boks asla basit bir yumruk dalaşı olmadı. Maçları şiirleri, yumrukları dizeleriydi. O, bir şairin eline kalemini alması gibi eldivenlerini takıyordu…

Bir sanat olarak spor ve bir spor olarak boks

Muhammed Ali olağan bir boksör değil. Asla olmadı. Sözleri ve eylemleri ile kamusal düzlemde politik bir figür halini alması bir kenara, bir dövüş sanatçısı olarak da geleneksel normlara eşik atlattıran, onları bütün fiziksel ve biçimsel yönleriyle aşan bir sporcuydu. Birbirlerini ellerinde eldivenlerle ölesiye yumruklamaya çalışan iki yarı-çıplak adam figürünün, bale ve modern dans benzeri spor kültürünün “nazik” disiplinlerine oranla “barbar” bir görüntü çizeceği düşünülebilir. Ali, zihinlerde bu görüntüye dayanarak oluşan yanlış önyargıları, bir daha ortaya çıkmamak üzere yok eden bir sanatçıydı.

Dövüş sırasında adımlarını depar atarcasına hızlandırdığı ve suratını, kendisine tebelleş olmuş bir sinekten rahatsız olmuşçasına yumruklardan kaçırmaya başladığı saniye, spikerlerin heyecanla “Ve Ali dans etmeye başladı!” diye mikrofonlarına bağırmaları, kaba bir holiganlık belirtisi değildi. Ayak parmaklarının uçlarında, arka planda sakin bir piyano resitali çalıyormuş izlenimi yaratırcasına oradan oraya dans eden Ali’nin sergilediği koreografi, boks sporunun içeriğini de estetiğini de sonsuza kadar değiştirdi.

Ali’den önce “gardını almayan boksör” tamlaması, “yüzmeyi bilmeyen balık” örneğindeki mantık hatasıyla bir tutuluyordu. Sonny Liston ile gerçekleştirdiği ilk müsabakada analistler,  maçın ilk rauntlarında Ali’nin yumruklarının neden yere baktığına, neden suratını korumadığına bir anlam verememiş, bunu onun acemiliğine yormuşlardı. Ancak Ali yüzündeki kendini beğenmiş ve alaycı gülümsemesiyle, rakibi bile daha karar verememişken hangi yumruğun hangi saniyede geleceğinin bilincinde olarak, sadece boynunu ve omuzlarını kullanarak ve olağanüstü bir refleksle hareket ederek bütün yumruklardan kaçıyor, böylece karşısındaki boksörü fiziksel olarak yorup psikolojik olarak da yıpratıyordu.

Hemen hemen bütün maçlardan önce rakibini kaçıncı rauntta alaşağı edeceğini deklare ediyordu. Bu tahminlerin neredeyse bütününün doğrulanması, onun boksu, bir satranç ustasının titizliği ve bir opera şefinin mükemmeliyetçiliği ile ringde hayata geçirmesiyle açıklanabilir. Müsabakaya çıktığında ringi bir satranç tahtası gibi analiz ediyor, rakibinin zayıf halkasını arıyor, anlamı olmayan yumruklarla kendini tüketmeyerek son derece stratejik anlarda en savunmasız bölgelere bir şifacı misali dokunarak karşısındakini sersemletiyor ve bunları yaparken de olağanüstü yeteneğiyle sanatını en derin noktalarına dek icra ederek, görsel bir şölen ortaya çıkartıyordu.

Ali, yeteneklerin gelişmesine değil sermaye birikiminin yoğunlaşmasına endekslenmiş üretim ilişkilerinin kendi disiplinlerine ve hayata yabancılaştırdığı sporculardan farklı olarak, hayatı sadece mesleği olan alanla sınırlı kalan bir garabete dönüşmemiş ve mutluluk bilimini en uç köşelerinden tutarak onu politik olarak kavramıştır. Beyaz renginin politik anlamlarının beraberinde getirdiği rekabet mekanizmalarının, derisinin siyah rengine rağmen doğal ve kazanılmış olan becerilerini engellemesine izin vermemiş, bu becerileri kâr güdüsüyle kendi hizmetine almaya çalışan kişi ve kurumlara dönük tavizlerde bulunmamıştır. Ali, bir sanatçı ve sporcu olarak, bugün ABD’de ve birçok kapitalist ülkede sürmekte olan ayrımcı burjuva politikalara karşın kendisini gerçekleştirebilmiş nadir savaşçılardandı.

Sporu işçiler lehine politize etmek      

 “Boş zaman”: Yani hayatta kalabilmek için harcamak zorunda olduğumuz emek zamanının dışında kalan “özgür” zaman. Ne var ki bu “boş” zaman dahi, piyasanın ihtiyaçları doğrultusunda liberal ilkelere bağımlı hale getiriliyor. Eğlence anlayışı pasif veya agresif biçimler altında ücretli bir oyalanma eylemine indirgenirken, spor da dahil sanatın bütün alanları ya kitlesel “beğeniler” uyarınca çarpık bir kütleye, ya da ayrıcalıklı bir elite özgü pahalı bir antrenmana dönüştürülerek, kendisinin toplumsal üretim ve tüketimi bütünüyle sermaye birikim sürecinin bir dolayımı haline getiriliyor.

İş hayatının gri tonundan ve makineleşmiş ritminden kaçışı “boş” zamanlarında eğlence ve spor kültüründe arayan insanlar, kendilerini şirketlerin insana dair bütün fonksiyonlardan yoksun pasif “boş” zaman programlarının altında kalmış bulurlar. Bu spor ve eğlence kültürünün yapısı gereği değil, kapitalizmin ona atfettiği nitelik gereği böyledir.

Ali, kapitalizmin spora atfettiği bu insanî gelişimi köreltici karaktere karşı radikal ve kendine güvenen bir ses olmasıyla da önemli bir politik savaşımın parçasıydı. Türkiyeli kitlelerin sahura kalkar gibi gece yarılarında uyanıp, Ali’nin maçlarını izlemek için ev ahalisi olarak televizyonun başında toplanmalarını veya Ali’nin maçlarının finansal iddiaların belirlediği bir tür sergiye değil de on binlerin dahil olduğu kitlesel mitinglere dönüşmesini, ancak Ali’nin bir parçası olduğu bu politik savaşımın insanlarda yarattığı azim ve kararlılık duygusu açıklayabilir.

Ali, kapitalizm altında bacasız bir fabrika işlevi gören spor sanatı alanında, insanın zihinsel, bedensel, maddi ve manevi işlevlerini ekonomik çıkarların ördüğü duvar olmadan kullandığı takdirde, ortaya çıkacak ahenk dolu bir faaliyetin prototipini sundu bizlere. Ve insanlar, ölmekte olanın dayattığı afyon niteliğindeki endüstrileşmiş spor anlayışına karşı, doğmakta olanın Ali aracılığıyla sergilediği bu prototipe duydukları özlemi anımsayarak, ona dört kolla sarıldılar. Ali’nin sarsılmaz karizması maaşından veya tükettiği markalardan değil, temsil ettiği gerçekten geliyordu.

Ali’nin mirası onların değil, bizim…

Ali boks yaptığı süre boyunca 37’si nakavt olmak üzere 56 galibiyet kazandı. 5 defa yenildi. Bu yenilgilerin son ikisi, Parkinson hastalığını öğrendikten sonraydı. Bir tanesi ise boksa ABD hükümetinin yaptırımları dolayısıyla verdiği uzunca bir aradan sonra kondisyonu olmadan çıktığı bir maçtandı. Unvanını üç kere kaybetti, üçünde de geri kazandı. Olağanüstü bir seyir izleyen bu başarılarını şöyle açıklamıştı: “Şampiyonlar spor salonlarından çıkmaz. Şampiyonlar kendi içlerinde olan oldukça derin bir şeyden doğarlar; bir tutku, bir rüya, bir görev.

Muhammed Ali, köleliğin hüküm sürdüğü eski Roma imparatorluğunda kentli yoksul sınıfları oyalamak için gladyatörleri dövüştürdükleri arenalar inşa ettiren köle sahiplerinden kapitalistlere kalan geleneği kökten bir şekilde değiştirdi. 20. yüzyılın başlarında kitleleri yapay kimliklerle saflaştırarak bölmenin, birbirleri ile dövüştürmenin ve onları yönetebilmenin kullanışlı bir aracı haline gelmiş olan boks, Ali ile birlikte ve onun önderliğinde başkaldırışı simgeleyen bir eylem biçimine dönüştü.

İşte Ali’nin antrenörü Bunduni’nin, George Foreman ile yapılan olan unvan maçından önce Ali’ye yaptığı konuşma, bu dönüşümün en açık ifadesiydi:

Dans et şampiyon, kimsesizler yurdundaki yalnız çocuklar için dans et… Çocuklar için salla yumruklarını… Kiralarını ödeyemeyen işsizler için dans et, şu alçağın işini bitir… Kanserden ölen yoksul hastalar için, emeklilik maaşı alamayan yaşlılar için… Meyhanelerde oturmuş demlenen bütün yalnız kalpler için… Temizlik işçileri için salla yumruklarını; hava limanlarında, otobüs duraklarında, benzin istasyonlarında yerleri süpüren küçük insanlar için… Savaş onlar için şampiyon! Seni kurtaranlar senatör değildi, vali değildi, başkan değildi… Sokaktaki insanlar kurtardı seni… Şimdi sokaklar adına savaş, hadi oğlum, dans et!

 

 

 

 

 

 

Yorumlar kapalıdır.