Açılım bitti mi?
Çatışmalar yeniden başladı. PKK’nin tek taraflı olarak yaklaşık iki yıldır devam ettirdiği ateşkes ve çatışmasızlık dönemi, İskenderun’da bir askeri tesisin hedef alınması ile sonlandı.
Bu döneme gelindiğinin işaretleri yok değildi. Özellikle son dönemde İşçi Cephesi’nin sayfalarında da yer verdiğimiz üzere Kürt belediye başkanlarının tutuklanmaları, DTP’nin kapatılması, özellikle batı şehirlerinde tırmandırılan şovenizme karşı, Kürt hareketi, kendi meşru savunma hattına dönebileceğinin sinyallerini de veriyordu.
Ve sonuç olarak; “korkulan oldu” ve “silahlar yeniden konuşmaya başladı”.
Çatışmaların başlaması ile liberal ve sol liberal çevreler, “açılım”ın da bittiğini ifade etmeye başladılar. Başbakan’ın açılıma devam edileceğini açıklamasına rağmen, üstelik. Başbakanın sözlerine güvenleri, eskiden olduğu kadar sağlam olmasa gerek.
Aslında “açılım”ın bittiğine inanmak için, açılımın gerçekten Kürt bölgelerinde bir sorunu çözerek, barışı sağlayabileceğine de güvenmek gerekiyordu. Oysa daha önce de ifade ettiğimiz gibi, bizce açılım diye dillendirilen ve sorunun çözümü olarak gösterilen, Türkiye devleti açısından son birkaç yıla yayılan bir strateji değişikliğiydi.
Türkiye devleti için “Kürdistan Kurulur” paranoyasına dayalı dış politika, ABD’nin Irak’a müdahalesi ile Irak’ın kuzeyinde oluşan “fiili durum”a uyum sağlama çabası ile yer değiştirdi. Bu dönem boyunca Türk şirketleri Kuzey Irak’ta oldukça önemli yatırımlar vb. ile de zaten “fiilen” işbirliğine girmiş oldular. Bölgede özellikle Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun stratejik derinlik adını verdiği yeni yönelişe uygun bir biçimde anlaşmalarla ve dış ilişki yönetimi ile bölgede etkin güç olma yolunda ilerleniyordu.
Bu yeni duruma uygun olmayan ve tabiri caizse Türkiye devletinin elini zayıflatan bir durum yaşanıyordu kendi topraklarında: yıllardır her türlü askeri müdahaleye rağmen dindiremediği, pratikte önemli bir kitleselleşme yakalamış olmasıyla bütün dengeleri tehdit edici varlığı ile Kürt hareketi.
Yukarıda söylediğimiz mevcut durumun korunması için bölgede ABD ile işbirliği ile terörist listesine aldırılan ve önderliği bizzat ABD-İsrail ortak operasyonu ile tutuklanarak devlete teslim edilen Kürt hareketinin fiilen geri döndürülemez bir noktada olduğu çok geçmeden anlaşılmıştı.
Bu nedenle, bizzat sistem ideologları ve hatta MGK tarafından doğrudan veya dolaylı olarak dile getirilen, “Kürt sorunu sadece silahla çözülemez, çözmek için birtakım yasal ve politik adımlar atılmalıdır” ifadesinde kendini somutlayan bir yeni döneme girildi. TRT-Şeş’ten, anadilde eğitim yapılmasına varan bir çerçevede devletin çok minik kımıldanmalarıyla da savaş bir süre durduruldu bile denebilir. Tam bu dönemde, devlet, karşısına oturacak olan muhatabın süreci belirlediği bir takım adımları görünce, bu adımlara karşılık vermeye başladı.
Ancak, bütün bu adımların Kürt kitlelerin de kimliğine sahip çıkmasına neden olması, sürecin tamamen sonlanmasa da yeni bir rotaya girmesine neden oldu. Altını çizmek isteriz ki, açılım döneminin rotasının değişmesine neden olan, Habur’dan girişler sırasında Kürt kitlelerinin kitlesel karşılamasıydı.
Bilirkişiler tespit yaptı: “Aşırıya kaçılmıştı.” Bir tür paniğe neden olan olay ise Kürt kitlelerindeki devrimci seferberlik tehlikesiydi. Tam bu noktada, sistem içerisine çekileceği umut edilen önderlik, bir kez daha hedef tahtasına oturtulmaya başladı.
Net söylemek gerekirse, Kürt kitlelerinde ya da somut koşullarda hiçbir değişim olmamasına rağmen devletin çark etmesini sağlayan, PKK’nin yaptığı eylemler değildi. Çünkü bir süredir PKK, somut sonuçlar talep etmeye başlamış ve bunun olmaması durumunda da yeniden eski konumuna döneceğini bildirmişti. Bizzat saldırıya uğrayan garnizona bile saldırı öncesinde yeni saldırıların başlayabileceğine dair sunulan uyarılara bakılırsa da, bu yeni saldırı süreci bizzat devlet tarafından da biliniyor, bekleniyordu.
Bu değişim, bizzat Ortadoğu coğrafyasında oluşan yeniden kümeleşmelere yansıyan bir talep meselesine dayanıyor. Barzani’nin uzun bir aradan sonra Türkiye’de Bölgesel Kürt Yönetimi Başkanı sıfatıyla karşılanarak yeni anlaşmalar üzerinden konuşulması da bu yeni yönelimin ipuçlarını taşımakta.
Hedeflenen, bizzat Kuzey Irak’ta oluşan yeni durumun hamiliğini üstlenmek ve bu noktadan kaynaklı yaşanabilecek bütün ticari girişimlerin tek adresi olmak.
Bu ihtiyacı tehdit eden iki temel unsur var; birincisi, krizle birlikte giderek artabilecek kitlesel eylemler ile yeni bir “Yunanistan olma” tehlikesi, diğeri ve en önemlisi de, bu mevcut durumu parçalayabilme dinamiğini, çözümde muhatap alınma talebi ile varlığını belli edecek Kürt hareketi.
Tam da bu açıdan bakılırsa en son TÜSİAD patronlar kurulunda, “artık hoşumuza gitmeyen kişileri de muhatap alabilmeliyiz” mealinde yapılan açıklamalar oldukça manidar.
Eğer bu yönde bir gelişme kaydedilecek olursa da, burjuvazinin bu fırsattan da yararlanarak yeni bir tahakküm sürecini el birliği ile öreceğini tahmin etmek zor olmayacaktır.
Yazan: Ayaz Demir, 1 Temmuz 2010
Yorumlar kapalıdır.