Değişen gündem işçi direnişlerini örtüyor
Eylül 2008’de açığa çıkan dünya ekonomik krizinin en açık ve doğrudan sonucu olan kitlesel işsizliğin işçi direnişlerini çoğaltması bir yerde kaçınılmazdı. Nitekim en çok ses getireni TEKEL olsa da irili ufaklı yüzlerce işçi direnişi söz konusu oldu. Çok değil sadece birkaç ay öncesine kadar da Türkiye gündeminin birinci maddesi TEKEL işçilerinin Ankara direnişiydi.
Ardından TEKEL direnişi türlü ayak oyunlarıyla sönümlendirilmeye çalışılırken Taksim Meydanı’nın 32 yıl sonra 1 Mayıs mitingine açılması gerçekleşti. Direnişteki işçilerin 1 Mayıs’ta kürsüyü, sonrasında Türk-İş 1. Bölge temsilciliğini işgal etmesi yine gündemin ön sıralarında yer buldu.
Direnişler ve işgaller, işçilerin talep ve beklentilerinin boşa çıktıkça hayal kırıklıklarının ve öfkelerinin artmasının bir sonucuydu. En zor ve ihtiyacı oldukları zamanda yanlarında görmeyi bekledikleri sendika bürokrasilerinin işbirlikçi tutumları ise bu öfkelerini daha da büyüttü. İşçilerin öfkelerinin daha da büyümesi ve taleplerinin daha da görünür hale gelmesi kaçınılmazdı. Haklıydılar. Eylemleri meşru idi. Dertleri bağcıyı dövmek değil gerçekten üzüm yemekti. Aldıkları karşılık ise tam da patronlardan ve hükümeti AKP’den beklenecek şekilde oldu. İşçileri terörist olmakla, PKK’li olmakla suçlamak zamanın ruhuna da en uygun yoldu. Bir yandan sendika bürokrasilerinin işbirlikçiliği, bir yandan hükümetin ve yanlısı medyanın bu karalamalarıyla işçi direnişlerinin her an patlamaya hazır hali dizginlenmeye çalışılıyordu.
Sonra Gazze’ye yardım götüren Mavi Marmara gemisine saldıran İsrail askerlerinin katliamı geldi. Ardından, PKK’nin 31 Mayıs itibariyle ateşkesi bitirdiğini ilan etmesiyle şiddetlenen çatışma ve artan ölümler gerçekleşmeye başladı. Bir de bunlara BM Güvenlik Konseyi’nde İran’a yönelik yaptırımlara Türkiye’nin (Brezilya ile birlikte) hayır oyu vermesiyle yeniden alevlenen “ne olacak bu Türkiye-ABD ilişkileri” faslı eklendi. Ve geriye Türkiye’nin bir gündemi olarak ne işçi direnişleri kaldı, ne de işsizlik. Hepsinin üstü örtüldü.
Muhtemelen AKP hükümeti ve sendika bürokrasisi şimdi zil takıp oynuyordur. Hükümet belki de ilk seçimlerde alaşağı olmasına yol açacak toplumsal bir basınçtan –en azından şimdilik- kurtulurken, sendika bürokratları işçilerin giderek artan talep ve beklentilerini savuşturmuş durumda. Patronların keyfinin yerinde olduğuna da şüphe yok.
Son günlerin popüler ifadesiyle “ver gazı!” söylemiyle bir yandan İsrail’e savaş açmalar, bir yandan ABD’ye haddini bildirmeler (tabii ikisiyle de hiçbir şeyin kesildiği yok, bütün anlaşmalar-görüşmeler devam ediyor) bir yandan da PKK üzerinden “vurun Kürtler’e” diyerek şovenizmi körüklemeler… Böyle bir ülkeyi idare etmek herhalde zor olmasa gerek.
Lakin bu kesimler işçi ve emekçilerin gözlerinin kör, kulaklarının sağır olduğunu sanıyorlarsa yanılıyorlar. Üç maymunu kendileri oynar, işçiler değil. Örneğin işsizlik, yoksulluk altında işçiler, emekçiler kırılırken bir tane işçi direnişinde görünmeyen Hak-İş yönetiminin sözüm ona Filistin’e destek için Ankara’da İsrail Büyükelçiliği önünde başta Salim Uslu olmak üzere ortaya çıkmasını bir kenara kaydedelim. İşçi örgütünü AKP’nin arka bahçesi haline getiren bu yüz karalarını kuşkusuz işçi ve emekçiler unutmuyor, diğerlerini unutmadığı gibi.
Çok açık ki bu ortamda işçi ve emekçilerin işi şimdi çok daha zor. Lakin akıntıya karşı kürek çekmemiz gerekiyorsa onu da yapmalıyız. Kuşkusuz şovenizme ve “ver gazı!” şişirmelerine boyun eğecek değiliz.
Yorumlar kapalıdır.