İşletmeci rektörler, çok kazandıran puan sistemleri: İşte yeni üniversite modeli!

Geçtiğimiz günlerde YÖK başkanı Yusuf Ziya Özcan’ın açıklamaları ve ardından gelen YÖK’ün yeni kanun taslağı, üniversitelerde uzun bir süredir yürütülen şirketleşme çalışmalarının ivme kazandığını gösteriyor.

Yusuf Ziya Özcan, ilk olarak üniversitelerin artık kendi rektörlerini seçebileceğini duyuruyor. Özcan’a göre, bu oldukça “demokratik” uygulamayla, üniversitelerin başına “işletme özellikleri olan bir insan” gelmesi daha iyi bir durum olacak. Üstelik bu “işletmeci rektörleri” de mütevelli heyetleri belirleyecek. Mütevelli heyetleri de belediye başkanları, sanayici iş adamlarından oluşan kurullar… Özcan sözlerine şöyle devam ediyor: “ABD’de ve birçok dünya ülkesinde bu iş böyle yürüyor. Her okulun başında profesyonel işletmeciler var.”

Bu gelişmelerin ardından YÖK hazırladığı yeni kanun taslağını açıkladı. Bu taslakta ise öncelikle herkesin sonsuza kadar öğrenci olabileceği duyuruluyor. “Müjde, artık atılma yok!” Bu çok samimi sözler, üniversitenin işsizliği ertelemek anlamına gelen bugünkü işlevini de açıklar nitelikte, hem de daha kârlı bir şekilde. Böylece her yıl zamlanan fiyatlarda harç ödeyerek ölene kadar öğrencilik yapabiliyoruz!

Kanun taslağında, bir dersi üçüncü kez alan öğrencilerin harçları yüzde 100 artarken -ki bazı bölümlerde bu durum olağan olup, birçok öğrenci çalışmak zorunda olduğu için de okulunu uzatıp bir dersi birkaç kez alabilmekte-, akademisyenlerse yaptığı proje, yayın, araştırma oranına göre puan kazanarak ödüllendiriliyorlar. Bu durum akademik faaliyeti proje temelli (ki bu proje ödenekleri elbette kârlılık getiren araştırmalara yönelik) çalışmaya indirgeyerek, patron öğretim görevlileri ve işçi asistanlar yaratıyor. Genç bilim insanlarına güvencesiz çalışma ortamı yaratan bu durum, aynı ölçüde mücadelenin de önünde büyük bir engel. Çalıştıkça puan kazandıran bu sistem akademik çalışmaları metalaştırırken, çalışanlar arasındaki rekabeti de arttıracaktır. Aynı zamanda, kâr getirmeyen birçok bölümün işlevsiz hale gelmesine yol açacak ve ayrılan ödeneklerin azaltılması sonucunu doğuracaktır. Büyük olasılıkla yakın gelecekte bazı bölümlerin kapatılmasıyla karşılaşacağız.

Yaz okulları, tekno kentler ile başlayan şirketleşme süreci Bologna antlaşmaları kapsamında üniversitelere, birçok liberalin özlemini çektiği “mali özerklik” in tanınmaya başlamasıyla devam ediyor. Bu demokratik yanılsama birçok kesim tarafından dile getirilen “özerk üniversite” söyleminin de altını oymuş durumda. Çünkü Bologna sürecinde mali özerklik, her üniversite (şirket) kendi sermayesi ile kendisini döndürecek, daha fazla projeyle de bu sermayeyi artırmanın yollarını bulacak anlamına geliyor. Bu noktada elbette bilim insanları yerine işletmecilerin rektör olması burjuvazi açısından bakıldığında çok mantıklı gözüküyor!

Yükseköğretim alanındaki bu ticarileşme aslında emekçilere dönük bir sınıf saldırısıdır. Bugün yüksek lisans yapan asistanın güvenceli iş talebi, üniversitede çalışan taşeron işçilerin taleplerinden ayrı tutulamaz. Bir dersten kaldı diye yüzlerce lira akıtmak zorunda kalan öğrencinin ya da sırf bu yüzden üniversiteye giremeyen emekçi ailelerin çocuklarının bu piyasalaşmaya dur demesi gerekmektedir. Bizler ancak bu şekilde mütevelli heyetlerinin değil de işçi ve öğrenci denetiminin olduğu, piyasacı değil politeknik (türlü teknik bilgilerin ve uygulamalı fen derslerinin öğretimine ağırlık tanıyan) eğitimin verildiği okullarda okuyabilir, iş güvencesizliği kaygısını taşımadan akademik bilgi üretiminde bulunabiliriz.

Yazan: Dicle Nadin, 3 Temmuz 2010

Yorumlar kapalıdır.