Demokrasi yanılsaması ve KCK davası

24 Aralık 2009’da başlayan KCK operasyonu kapsamında, PKK’nin çatı örgütü KCK’ye (Koma Civakên Kurdistan / Kürdistan Halklar Konfederasyonu) üye olmaları öne sürülerek, BDP’li belediye başkanlarının, Kürt aydın ve sanatçıların ve eski milletvekillerinin bir bölümünün de içinde bulunduğu 151 kişi tutuklanmıştı. 18 Ekim günü ise KCK davası, Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülmeye başlandı. Davanın ilk iki haftası iddianeme özetinin okunmasıyla geçerken, “sanıkların” anadillerinde savunma vermesine ise izin verilmedi. Son iki haftalık süreç bu şekilde işlerken, bu dava neyin bir ürünü olarak belirmekte ve yine buna karşı tepkileri hangi minvalde yükseltmek gerekmekte?

Geçtiğimiz dönemde gündeme getirilen “açılım” politikaları, AKP iktidarının ve devletin Kürt “sorununa” yaklaşımını ve bunu ne şekilde çözmek istediğini çok net bir şekilde gözler önüne sermişti: Kürt halkının mücadelesini yok saymak, önderliğini tasfiye etmek, baskı, imha ve inkâr politikalarını arttırmak ve bunların hepsini “demokratikleşme” adı altında hayata geçirebilmek. Yani bir yandan T.C. devletinin tarihsel misyonu olan “makbul Kürt vatandaşını” yaratmaya çalışırken, bir yandan da tüm bu “açılım” tartışmalarını bir kazanım olarak sunmak… Sanki ortada bir mücadele yokmuşçasına!

Tam anlamıyla bir muhatapsızlaştırma süreci olarak işletilen ve göz boyamak adına da TMK’da (Terörle Mücadele Kanunu) ufak değişikliklerin yapıldığı -ki uzun vadede bu yasada herhangi bir şeyin değişmediğini daha önceki sayılarımızda vurgulamıştık- dönemde Kürt halkının seçilmiş belediye başkanlarının da içinde bulunduğu bir grubu tutuklayıp yargılamak, açık bir şekilde, “biz sizin mücadelenizi yok sayıyoruz” ve “önderliğinizle muhatap değiliz” algısını pekiştirmekte.

Bunlara ek olarak, referandumda Evet çıkması ve yapılan değişikliklerin hepsinin “demokratikleşme” olarak sunulması -ki anayasa kısmi değişiklik paketinde Kürt halkının taleplerini dile getiren en ufak bir madde mevcut değildi- bir yandan kitleler nezdinde Türkiye’nin gerçekten yeni bir yola girdiği yanılsamasını yaratırken bir yandan da iktidarın demokratik gericilik politikalarının meşrulaşmasının zeminini oluşturdu.

Ekonomik krizin derinleşmesiyle beraber kontrollerini pekiştirmek, kitle seferberliklerinin önüne geçmek isteyen hükümetler bu noktada demokratik gericilik politikalarına sarılıp, kendi egemenlikleri altında baskı rejimlerinin şiddetini arttırmak gayesiyle hareket etmekteler. Krizin yanına Kürt halkının mücadelesi de eklendiğinde, Türkiye’de de rejimin istikrarını koruyabilmek adına demokratik gericilik politikalarının etkinliği arttırıldı. Bir taraftan “demokratikleşiyoruz” lafının arkasına sığınılıp referandum sonrası BDP ile yeni anayasa hazırlanması için görüşülürken, öte taraftan Kürt belediye başkanları, eski milletvekilleri, aydınlar ve sanatçıların yargılanması bunun en açık göstergesi.

Bu noktada, bizlere düşen ise kitleler üzerinde yaratılan demokratikleşme yanılsamasıyla mücadele edebilmek ve Kürt halkının taleplerini ön plana çıkartabilmek. Çözümün, egemenin dayatmaları, aba altından sopa göstermesi, mücadeleyi yok sayması ve Kürt önderliğini tasfiye etmeye çabalaması ile olmayacağını vurgulamak; demokratik gericilik politikalarının yansımasının sadece Kürt halkının mücadelesinde kendisini göstermeyeceğini, aynı zamanda emekçi kitleler üzerinde de etkisinin hissedildiğini ve artarak hissedilmeye devam edeceğini bilerek hareket etmek gerekmekte. Bu politikalara karşı ortak tepkiler gösterebilmenin önemini kavrayabilmek, Kürt halkının mücadelesinde eğer bir çözüm varsa bunun kendi kaderini tayin hakkı minvalinde geliştirilebileceğini akıldan çıkartmamak ve Kürt halkının önderlerinin, seçilmiş belediye başkanlarının siyasi tutsaklıktan kurtarılması için egemenleri ve onların dayatmalarını teşhir edebilmek gerekmekte.

Yorumlar kapalıdır.