Bir hurafe: Liberal kapitalizm eşittir demokrasi

“Liberal kapitalizm eşittir demokrasi” hurafesi, kriz gerçeği karşısında bir kez daha alenen iflas ediyor. Bugün İtalya ve Yunanistan’da yaşananlar, kapitalizmin krizinin sadece ekonomik değil, aynı zamanda ve kaçınılmaz olarak toplumsal ve siyasi bir kriz olduğunu da kanıtlıyor. İflas eden, küreselleşme ideolojisinin yaydığı neoliberal hayallerin yanı sıra burjuva demokrasisinin kendisidir.

İtalya ve Yunanistan’da (Yarın muhtemelen başka yerlerde de) kapitalist krizin, emperyalizm ve mali sermaye yanlısı da olsalar seçilmiş hükümetlerle ve siyasi kadrolarla çözülemeyeceği gerçeği bir kez daha ortaya dökülmüştür.

Evrensel Bir Değer Olarak “Derviş” Modeli!

Adı geçen ülkelerde “liberal demokrasi” görüntüsü altında, “kötü politikacıların” temsili demokrasisinden bürokrasi ve teknokrasi eliyle yürürlüğe konulan “olağanüstü hal” uygulamasına geçilmiştir. Bir zamanlar sadece “bizlere” has olduğu zannedilen ve bir “uygarlık projesi” olarak Avrupa Birliği’ne duhulümüz halinde ebediyen kurtulacağımız söylenilen “olağanüstü hal” düzeni şimdi Avrupa’da da hükmünü icra etmeye başlıyor. Üstelik sadece “kenarın dilberi” muamelesi gören “tembel” Yunanistan’da değil, G7 üyesi, Avrupa’nın üçüncü büyük ekonomisi ve ciddi bir sanayi gücü olan İtalya’da da! Yanlış anlaşılmasın, bugünden yarına “faşizm geliyor!” diyen yok, ancak yine de en az Yunan ordusunun komuta kademesini apar topar emekliye sevk eden Papandreu kadar uyanık olma zorunluluğu var! Hem zaten Nazi hukuk teorisyeni Carl Schmitt de olağanüstü hali, “Anayasal-hukuki düzeni ortadan kaldırmaksızın, anayasal-hukuki düzende açılmış delik” olarak tanımlamış. Yani işler mali sermaye açısından sarpa sardıkça bütün delikler gibi bu deliğin de genişleyip yama tutmama ihtimali var…

İşler belli ki sarpa sarıyor. Uluslararası mali sermaye, “sermayeyi kediye yüklemek” istemiyor. Bu nedenle “kurtarma paketinin” altıncı dilimini serbest bırakmayı Yunanlı yöneticilerin imza şartına bağlıyor. Gazeteler, AB’nin yazılı taahhütte ısrarlı olduğunu, ülkenin Goldman Sachs kökenli bir “teknokrat” olan yeni başbakanının da ülkedeki tüm siyasi partilerin, üzerinde anlaşılan reformlara bağlı kalacaklarına dair “yazılı taahhüt”leri konusunda AB’den yana tavır koyduğunu yazıyor. Bu “taahhütün”, reformların sadece mevcut hükümetin ufkuyla sınırlı kalmayıp uzun soluklu olarak uygulanacağını göstermek ve bazı belirsizlikleri gidermek amacıyla talep edildiği, bizzat yeni başbakan tarafından açıklanıyor. İmza şartına bağlanan paket, öncelikle Yunanistan’ı değil borçları kurtarma hedefini güdüyor; elbette bütün yükü Yunanlı emekçilerin sırtına yıkarak ve de “Derviş Modeli”ni uygulayarak. Peki, hiçbir büyüme hedefi koymayan, aksine ekonomiyi küçültecek bu programlarla “kurtuluş” nasıl sağlanacak? Vakti zamanında bizde nasıl sağlandıysa öyle. Yani, var olan ekonomik ve sosyal hakların geri alınması, ücretlerin düşürülmesi, işsizliğin büyütülmesi ve kamuya ait geride ne kaldıysa onların da özelleştirilmesiyle elde edilecek kârlar ve yükselen rekabet gücüyle! Buyurun “Derviş Modeline!” Elbette düzenin kurtuluşu halkın “bir lokma, bir hırka” ile yetinen dervişler misali yaşamasını zorunlu kılsa da modele asıl adını veren Mevlevi dervişleri falan değil, bildiğimiz Kemal Derviş! Yani imza karşılığında da olsa “kurtarılma” sırası Yunanistan’da!

Senet Karşılığı Demokrasi veya Seçimlere Siyaset Karıştırmamak!

Bu imza mevzuu aslında pek yeni sayılmaz. Krizin bütün bedelini emekçilere ödeterek sistemi kurtarmayı başaran, ancak kendilerini kurtaramayan zamanın “merkez” partilerinin silinip gittiği 2002 seçimleri öncesinde radikal yazarı İsmet Berkan şöyle yazmıştı:

“IMF Kore’ye para verdiğinde ülke seçime gidiyordu. Bunun üzerine seçime katılan ve kazanma ihtimali olan bütün siyasetçilere taahhüt mektupları imzalatıldı. Bunun aynen olmasa da bir benzerini önümüzdeki dönemde Türkiye’de yaşayacağız.”

Madem bir yanından iktisat-siyaset ilişkisine girdik o günlere kısaca da olsa dönmekte ve hafızamızı tazelemekte yarar var. Malum, 2002 seçimleri bu memleketin dönüm noktalarından biridir. Hiç hesapta yokken AKP’ye adeta altın bir tepside sunulan iktidarın ekonomik ve hukuki altyapısını, IMF şartı gereği “on beş günde” kurmayı başaran Derviş, hazırladığı yasaların parlamento onayından geçmesinin ardından, yasaları onaylatan koalisyon hükümetine ve onaylayan parlamentoya hiç güvenmediğinden, yapılacak bir erken seçimin tarihinin belirlenmesi konusunda ısrar etmeye başlamıştı. Üstat, programın uygulanabilmesi için bir nöbet değişiminin uluslararası ve yerli büyük sermayenin âli menfaatları açısından zorunlu olduğunun farkındaydı. Program yürümeliydi; bu nedenle Ecevit ve Bahçeli’nin “Aman sakın ha, hem siyasi hem de ekonomik istikrar bozulur!” türü itirazlarına kimse kulak asmadı. Sermayenin hizmetinde güçlü bir hükümete ihtiyaç vardı. Zaten “zikir” her ne kadar Derviş’in zikriyse de fikrin elbette çok daha yukarlardaki “pir”e ait olduğu biliniyordu…

“Seçim ekonomisi”nin yol açacağı tehlikeler üzerine tartışmalar sürerken bir uluslararası kredi değerlendirme kuruluşu, “Programdan sapılmaması halinde seçimlerin Türkiye’nin kredi notunu etkilemeyeceğini” belirtmişti. Ünlü Standard Poor’s’un Türkiye analisti ise, “Koalisyon uyumunun bozulmaması ve seçim kampanyalarına ağırlık verilmemesi” halinde bir sorun yaşanmayacağını söylüyordu.

Dedik ya mevzu iktisat-siyaset ilişkisi. Seçim, normal şartlarda oyunun kuralıydı, ama artık onun da uluslararası finans kuruluşları tarafından konulmuş kuralları vardı. Bu kuruluşlar, kredi-reçete verme işinin yanı sıra bir “yüksek seçim kurulu” işlevini de yerine getiriyorlardı. Öyle canınızın istediği gibi seçim olamazdı. Öncelikle “program”a bağlı kalınacaktı. Sonra “seçim kampanyalarına ağırlık verilmeyecek,” yani “siyasetsiz” bir seçim yapılacaktı. Adamlar seçime siyaset karışmasını istemiyorlardı! Radikal’de İsmet Berkan’ın yazdığı “imza” olayının sebebi hikmeti buydu.

Hikâyenin gerisini herkes biliyor; “yapısal uyum” taahhüt mektubu imzalamaya falan gerek kalmadan ittifakla sağlanmıştı, hem de programı parlamentodan geçiren, dönemin bütün siyasi yapılarını da silip süpürerek!

Demek ki, “Derviş Modeli” bir “marka değeri” kazanmış, yani milli sınırlarımızın ötesinde evrensel bir model haline gelmiş! Bugün yine gündemde. Bu defa sırada Yunanistan ve diğerleri var. AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso, Yunanlı liderlerden “Daha az siyaset, daha fazla taahhüt” talep ediyor. Gerekçesi muhteşem: “Bu çabanın sürdürülebilir olduğunu, sadece bugün ve yarın için olmadığını görmeye ihtiyacımız var.” Yani üstat neredeyse “ebedi” bir programdan söz ediyor!

“Siyasetin Sonu” veya Toplumu “Demokrasi” Yoluyla “Atomize” Etmek!

Siyaset sorununda (neo)liberalizmin tutumu elbette ne Türkiye ile, ne de Yunanistan, İtalya ve sıradakilerle sınırlı. (Daha öncekileri de unutmadan!) Bu aslında evrensel bir tutum; yani mayalarında var. 1929 krizindeki açık iflasını takip eden uzun “yeraltı” döneminin ardından 1974 kriziyle birlikte yeniden zuhur eden “saf ve militan” liberalizm, 80’li yıllardan itibaren “siyaset” karşıtı tutumunu açıkça ortaya koymaya başladı. Hem de bizlere “ebedi demokrasi” adı altında yutturmaya çalıştığı ve yürütmenin aşırı güçlendirildiği bir piyasa despotizmi biçiminde.

Ekonominin “her şey” olduğu ilkesi, kimilerinin zannettiği gibi Marksizme değil, liberalizme aittir. Yıllar boyu birçoklarının inandığı “tarihin sonu” tezi, esas olarak “siyasetin sonu” iddiasının ideolojik temelini oluşturuyordu. Tarih ve siyaset, ancak sınıfların ve sınıflar mücadelesinin var olduğu bir dönemin eserleri olabilirdi. Ancak, sınıflar olmasa bile sınıflar mücadelesi komünizmin bir icadıydı ve “komünizmin çöküşüyle” birlikte sona ermişti. Toplumsal sınıflara gelince, “değişen dünyada” artık onlara yer yoktu. (Özellikle de işçi sınıfına!) Sınıf mücadelesinin, hatta sınıfların sonu iddiasının doğal sonucu, bireyin ve bireyciliğin mutlaklaştırılması ve toplumsal olanın reddi oldu. Bu aynı zamanda özellikle emeğin örgütlü güçlerine yönelik bir “atomizasyon” hedefine de işaret ediyordu; yani tarihte faşizmin yapmaya çalıştığı şeyi bu defa burjuva demokrasisi yoluyla başarmak!

Amaç, elbette emekçilere, yoksullara toplumun yönetimine müdahale imkânı veren veya onlara egemen sınıftan bağımsızlaşma yolunu açan “siyaset”in tasfiyesidir, yoksa kendi hegemonik siyasi mülkiyetlerinin değil. İstenen, çift yönlü iktisat – siyaset yolunun tek yönlü olmasıdır. (Neo) liberalizm, sadece kamu hizmetlerinin değil, siyasetin de özelleşmesini istiyor. Hani serbest piyasayla serbest siyaset ve demokrasi arasındaki doğal ve zorunlu bağ? Aslında öyle doğal ve zorunlu bir bağ falan yok. Serbest piyasa (demokrasi kendisine uyum sağladığı sürece) demokrasiyle de “birlikte olur”, ama bu her zaman zorunlu bir şart değildir. Serbest piyasa kimi zaman sopayı eline alır. (Şili, Arjantin, Bolivya, Türkiye vb…) Demokrasinin
çeşitli halleri vardır, ama öyle doğal hali yoktur. Haklar mücadeleyle kazanılır. Batı’nın siyasi demokrasisi işçi sınıfı ve yoksullar açısından çoğu zaman barikatlarda kazanıldı, kimi zaman binlerce ölü pahasına… Başlangıçta liberal demokrasilerde genel oy hakkı bile yoktu; bu hak mülk sahiplerine aitti. Kadınlara oy hakkı ise uzun bir mücadelenin ardından ve neden sonra verildi. Daha bir sürü örnek verebiliriz.

Paran Kadar Konuş!

Elbette burjuva demokrasinde iktisadi özgürlüklerle siyasi özgürlükler arasında tarihi bir ilişki var, ama bu ilişki ters orantılı: “Siyasi özgürlüklerin genişlemesi, ekonomik özgürlükleri sınırlar.” Bu nedenle liberalizm demokrasiyi, halkın yönetimi, halkın taleplerinin yönetim katında etkili olması, çoğunluğun yönetimi anlamlarıyla pek sevmez. Liberalizm, demokrasi karşısında her zaman “özgürlüğü” tercih eder, tabii ki sınırsız mülkiyet ve serbest girişim özgürlüğünü. Demokrasinin “özgürlüğü” tehdit ettiği her durumda ise siyasi alanı daraltan, ama serbest piyasaya dokunmayan otoriter yönetimleri tercih eder. Tabii özgürlüklerin daha fazla tehlike altına girmesi halinde faşizm türü totaliter çözümler de kabul edilebilir. Ve yine liberalizm, tüm kamu hizmetlerinin satın alma gücü oranında kullanılması hedefine uygun olarak, kişinin “siyasi satın alma gücünün” iktisadi gücüyle orantılı olması gerektiğini savunur. Yani “Paran kadar konuş!” demek ister. “Çalışıp didinip” kazandıklarını, oy hakkına sahip ayaktakımına veya onları tavlamaya çalışan popülist politikacılara yedirmek istemez. Politikacı popülist değil elitist olmalıdır. Gerçi açık bir elitizmle politika yapmak, halkı tavlamak biraz zordur, ama iktisadi olarak gözden çıkarılan yoksullar, siyasi olarak da devre dışı bırakılırlarsa mesele kalmaz. Bu durumda siyasetçiler de gerçekleştiremeyecekleri sözleri vermek zorunda kalmazlar. Dürüst insanlar olurlar! Sorumlulukları artık yalnızca yerli ve yabancı mali sermayeye karşıdır.

Sadece “Bizde” mi!

Otoriterleşmenin, otoriter rejimlerin, ilk anda sadece azgelişmişlere, üçüncü dünyaya, “çevre” ülkelere has bir durum olduğu inancı yerleşmiştir. Oysa kapitalizme, yani burjuvazinin egemenliğine içkin bu eğilimin, artık kapitalizmin “merkez-çekirdek” ülkelerine doğru hızla yayıldığını görmekteyiz.

Otoriterleşmenin, ülkelerin ekonomik krizden “kurtarılmalarını” müteakiben veya ona paralel güçlenen bir eğilim olduğu açıkça ortadadır. Ekonomiyi “batıran” eski siyasi kadroların “istikrar programlarını” imzalayıp çökmesinin veya teknokratlar denetimindeki kısa bir “ara rejimin” ardından genellikle büyük seçim zaferleri kazanarak gelen “yeniler” bu “istikrarın” rantını, krizlerden yılmış kitlelerin “istikrar” arzusunu da arkalarına alarak, bir “otoriter demokrasi” biçiminde yemektedirler. Burjuva demokrasisinin, çoğu zaman “yürütmenin güçlendirilmesi” biçiminde zuhur eden kadim otoriterleşme eğilimi büyük bir dünya ekonomik kriziyle birlikte açık ve yaygın bir siyasi gerçekliğe dönüşmektedir; tabii ki, bütün toplumsal sonuçlarıyla birlikte.

Neoliberal dönemde İngiltere’de Madenciler Grevi’ni polis zoruyla ezen “Demir Leydi” Thatcher’la ilk uygulamalarını gördüğümüz, sonraki dönemlerde Türkiye de dahil bir dizi ülkede daha da güçlenen bu “reel” ve otoriter demokrasi, muhtemelen önümüzdeki dönemde krizdeki bir dizi Avrupa ülkesinde de yürürlüğe girecektir. Ancak iş bununla sınırlı kalmayabilir. Krizin şiddetini artırması, toplumsal muhalefetin gücünü büyütmesi ve burjuva toplumunun, çelişkilerini asker, polis ve bürokrasi desteğindeki “sivil” otoriteler eliyle aşma becerisini gösterememesi ölçüsünde, bu otoriterliğin yerini giderek totaliterliğe terk etme ihtimali asla küçümsenmemelidir. Sürecin sonunu tayin edecek olan hem ulusal, hem de uluslararası ölçekte sınıflar mücadelesi ve toplumsal güç dengelerinden başka bir şey değildir.

Aynı Bizimkiler!

Daha önceki örneklerin (Türkiye dahil) yanı sıra yeniden Yunanistan, İtalya ve zincirin muhtemel diğer halkaları konusuna dönecek olursak, AB ve IMF’nin, yani emperyalizmin dayatmalarının, “ulusalcı-yurtsever” bir bakış açısıyla kavranamayacağı açıktır. Bu bakış açısıyla Yunanistan’ın yanı sıra İtalya ve onları izleme ihtimali olan bazı “merkez” ülkelerin” bile birer “sömürge” veya “yarı sömürge”ye dönüşeceklerini öne sürmek mümkündür! Ancak, son gelişmeler ve ortaya çıkan olgular, meselenin sistemin bütününe ilişkin olduğunu ve temelinde kapitalist üretim ilişkilerinin yattığını bir kez daha kanıtlıyor. Yunanistan’da, İtalya’da, Mısır’da, İsrail’de, “hatta” ABD’de emekçiler, ezilenler, isyancılar, bilinçleri ölçüsünde dışsal, şeytani, gayri milli ve soyut bir güce (Çünkü böyle bir emperyalizm türü vardır!) karşı değil, emperyalist sistemin somutlaşmış ve evrensel bir ifadesi olarak mali sermayeye, (yerli-yabancı; tabii sadece bize yabancı!) kapitalist sömürüye ve egemen sınıflara karşı mücadele etmektedirler. Üstelik eylemlerde öne çıkan sloganlar, çoğunlukla toplumsal adalet ve eşitlik taleplerini temel almaktadır. Unutulmaması gereken husus, uluslararası mali sermaye tarafından krizdeki ülkelere dayatılan “istikrar programları”, onun bir parçası olan yerli burjuvaziler tarafından hararetle desteklenmektedir; yani “ulusun egemenliğini” elinde tutan asıl toplumsal güçler tarafından!

Cumhuriyet’te Ergin Yıldızoğlu, Yunanistan’daki “Papadimos darbesi” hakkında şunları yazıyor: “Bu ‘darbe’de Merkozy (Fransa-Almanya ekseni)-IMF basıncının yanı sıra Yunanistan’ın egemen sınıfları da etkin rol oynadı. Financial Times’ta Misha Glenny’nin aktardığı gibi asla vergi vermeyen, Balkanlar üzerinden yapılan yakıt kaçakçılığından yılda üç milyar Avro kaldıran, Yunanistan’da yaptıkları paraları dışarıya, İngiltere gayrimenkul piyasasına kaçıran, yapılacak özelleştirmelerde kamu varlıklarını yok pahasına kapatmak için pusuda bekleyen oligarşinin denetimindeki medya aracılığıyla yürüttüğü karalama kampanyası Papandreu’nun devrilmesinde belirleyici oldu.”

Nasıl, 2001-2002’de “bizimkilerin” yaptıklarına ne kadar benziyor değil mi!

Siyasetin ve Devrimin Güncelliği

Neoliberalizmin iflas sürecine paralel olarak önce Latin Amerika’da başlayan toplumsal mücadeleler, büyük bir dünya krizinin etkisiyle kısa süre öncesine kadar hayal edilemeyecek bir hızla Kuzey Afrika, Ortadoğu (İsrail dahil!), Avrupa ve ABD’ye yayılmaya başladı. Devrimci refleksten ve “devrimin güncelliğine” ilişkin bilinçten yoksun olanların bu mücadelelerin niteliğine ilişkin anlattıkları liberal veya milliyetçi hikâyeler ne olursa olsun “siyaset” bütün haşmetiyle geri dönmektedir! Hem de giderek kitleselleşen, devrimcileşen biçimlerde ve yaklaşık otuz yıldır süren “kovalama” ve “inkâr” çabalarına rağmen. Elbette her şey düz bir çizgiyi takip etmeyecektir, ancak devrimci sosyalistler “devrimin güncelliği” bilincini, “bir gün mutlaka” beklentisinin de ötesinde yeniden yaratmak zorundalar. Bu aynı zamanda geçmiş bütün devrimlerin başarı ve yenilgilerinin bilgisini de bilince çıkarmayı zorunlu kılmaktadır. Unutulmaması gereken, kapitalizmin dünya çapındaki krizinin tarihsel olarak umulmadık bir hızla “işçi sınıfının önderlik krizine” dönüşebileceğidir; çünkü, dün olduğu gibi bugün de tarih sahnesine girip çıkan çok çeşit ve renkteki güçlere rağmen kapitalizmi yıkabilecek gerçek öznenin, işçi sınıfı olduğu gerçeği hâlâ geçerlidir. Bütün ezilenler için “siyaset” güncel bir soruna dönüşürken, “devrimin güncelliği” ve “devrimci önderlik” sorunu da karşımızda durmaktadır.

Yorumlar kapalıdır.