Kanun hükmünde kararname rejimi

Türkiye 3 Mayıs 2011 tarihinden beri Kanun Hükmünde Kararnamelerle (KHK) yönetilmekte. AKP hükümetinin KHK yapma yetkisini parlamentodan aldığı bu tarihten beri, ilk olarak 12 Mart 1971 darbesiyle gündeme gelen ve esas olarak 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle en geniş kapsamına ulaşan “KHK kanunu” bu kez devasa ölçüde bir kullanım alanı kazanmış oldu. AKP hükümeti şu ana dek çıkartılmış 30’a yakın KHK ile bir yandan neoliberal saldırı politikaları önünde engel teşkil edebilecek tüm odakları tek bir mermi ile bertaraf etme kartını kullanıma açarken, diğer yandan da söz konusu demokrasi dışı yöntemi arsızca kullanarak sırtını askeri cunta anayasasına ve ruhuna ne denli yaslamış olduğunu ortaya koyuyor.

Ülkenin kanun ve parlamento işleyişiyle değil de KHK’lar aracılığıyla yönetilir hale gelmesi ise başlı başına iki eğilime işaret ediyor; ilki kuvvetler ayrılığı ilkesinin devre dışında kalması ve ikincisi hükümetin giderek elverişsizleşen koşullar altında eksiksiz uygulamakta olduğu yıkım politikalarını tüm muhalefet odaklarının ve anayasanın denetimi dışına çıkartmış olması.

KHK mevzuatının içine birbiriyle ilişkisizmiş gibi görünen pek çok şey girebilmekte; bilimsel kurulların üye seçiminden tam gün yasasına, hazine ve SİT alanlarından meslek örgütlerine her şey bu mevzuatlar aracılığıyla parlamento adına hükümete, hükümet adına ise birkaç yetkilinin ellerine bırakılıveriyor.

Şekli demokrasinin bile askıya alınması anlamına gelen bu yeni KHK rejimi modeliyle, Ali Ağaoğlu’nun bana bıraksalar kapısına kilit vururdum dediği TMOBB, ilgili bakanlığın evcilleştirilmesi hedeflenen bir alt kuruluşu konumuna indiriliyor. Sözde Gıda Tarım ve Hayvancılık bakanlığıyla ilgili KHK aracılığıyla TÜBİTAK ve TÜBA -Türkiye Bilimler Akademisi- yönetim ve üye seçimi bağlamında doğrudan başbakanlık ve hükümet denetimine alınıyor. AB bakanlığıyla ilgili KHK ise, gerçekte kendi uzun iktidar dönemi boyunca 46 milyar liralık özelleştirme gerçekleştiren AKP’nin özellikle bankacılık ve enerji alanlarında yarım kalan işlerini tamamlama arzusunu ifade ediyor. Öte yandan Milli Emlak Genel Müdürlüğü’ne tüm hazine arazileri hakkında plan yapma yetkisi verilmiş durumda. Kamu çıkarını doğrudan ilgilendiren bu alan tartışmaya bile açılmaksızın, yerli ve çok uluslu şirketlerin kâr hırsına peşkeş çekilmekte.

Hem sağcı, hem muhafazakâr, hem neoliberal

KHK uygulamaları, aslında bir dekordan ibaret hale gelmiş bir parlamentoyla ve kendini anayasal yargı denetimlerinin dışında konumlandırmış ve yıkım politikaları konusunda son derece kararlı bir hükümetle karşı karşıya olduğumuzu ortaya koyuyor. AKP hükümetinin mutlak bir parlamenter çoğunluğa sahipken, meclisi kullanmak yerine biçimsel demokrasi işlerliklerini bile hiçe sayan ve ülke tarihinde yalnızca baskıcı, sağcı ve işçi düşmanı yönetimlerce uygulamaya sokulan bir yönteme bir kez daha sarılmasını nasıl okumak gerekiyor?

Öncelikle bu yeni eğilimin, ekonomik krizin dünya düzeyinde aldığı yeni görünümün Türkiye’ye dönük bir yansıması olduğunu vurgulamak gerekli. Kapitalizmin mevcut krizi o denli yapısal ve derin ki, bu ölçekteki bir altüst oluşa, kapitalizme özgü ekonomik ve finansal tedbirlerle, hele kitlelerin rızasını alarak çözüm getirmek mümkün değil. Zira sorun, neoliberal politikaları en uç noktalarına dek uygulamaya kararlı kapitalizmin, yıkımın tüm bedelini dünya emekçi halklarına ödetme çizgisiyle yeni bir politik düzeye sıçramış durumda. Bu nedenle dünya ölçeğinde burjuva iktidarlarının “biçimsel demokrasiden” yüz geri ederek baskıcı eğilimler kazanmaya başladığını göz önünde bulundurmak gerekiyor.

Yunanistan ve İtalya’da seçilmiş hükümetlerin AB baskısıyla yerlerini krizin bedelini emekçi yığınlara ödettirmeye yeminli “Teknokrat” hükümetlerine bırakması bu eğilimin son örnekleri. AKP kurmayları okyanustaki dev dalgaların yavaş yavaş “güvenli” kıyılarımıza yaklaşmakta olduğunun bilincinde elbet. Çalışanlarının yüzde 43,4’ünün hiçbir sosyal güvenceye sahip olmadığı, gerçek işsizlik oranlarının yüzde 20’ye ulaştığı, 5 milyona yakın asgari ücretlinin, ülkenin en büyük 90 şirketi kadar vergi ödemekte olduğu ve krizden en çok etkilenen 31. ülke mertebesine ulaşan bu ülkenin dünya düzeyinde “terör suçlamasıyla” tutuklu bulunanların yaklaşık yarısını barındırması “yeni anayasa” tartışmaları arifesinde, gerçek gidişat hakkında önemli bir gösterge.

AKP hükümeti, hararetle savunmakta olduğu neoliberal saldırı politikalarının, kitlelerin rızasına dayalı biçimsel demokrasi ölçütleriyle dahi sürdürülemez bir noktaya geldiğinin farkında. Dünya pazarlarında esen şiddetli fırtına, ülkenin emperyalizmin politikalarına yedeklenmesini, AB’nin köle emeğine dayalı “Çin”i haline gelmesini, kıdem tazminatı, güvenceli çalışma koşulları, ranta dönüştürülmedik toprak parçası, ifade ve örgütlenme özgürlüğü ve benzerlerinden geriye ne kaldıysa hunharca yağmalanmasını dayatıyor.

Yorumlar kapalıdır.