Hükümetin KCK rotası
Kamuoyunda “avukatlara yönelik operasyon”olarak bilinen son dalganın ardından 14 Nisan 2009 tarihinde başlayan KCK operasyonları uyarınca gözaltına alınan kişi sayısı 8 bin dolayına ulaşmış, tutuklanan kişi sayısı ise 4 bin civarına gelmiş bulunuyor.
Neyi bildirir sayılar?
KCK operasyonlarının bilançosunu salt sayılar üzerinden yapmak, meseleyi oldukça daraltmak anlamına gelse de, tutuklu bulunan BDP’lilerin yanı sıra pek çok yazar, akademisyen, avukat ve öğrencinin varlığını görmek de davanın niyetini bir nebze olsun açığa vurmakta. Kürt açılımı politikalarının, son iki buçuk yıldır hemen yanında at başı koşan KCK operasyonları hükümetin nasıl bir çözümden yana olduğunu bir kez daha göstermekte.
Her ne kadar bağımsız yargının yürüttüğü bir dava gibi lanse edilse de, Erdoğan’ın “KCK operasyonlarını destekliyorum” diyerek yaptığı açıklama, yargıdaki dönüşüm ve kadrolaşma süreci davanın hiç de bağımsız yürüyemeyeceğinin bir ispatı.
Çoğu tutuklama gerekçesinin abukluğu ve mevcut hukuk düzenine dahi uygun olmayışı ise bize daha da fazla fikir verebilir. Marmara Üniversitesi İktisadi ve İdari Birimler Fakültesi Profesörü Büşra Ersanlı’nın tutuklanma gerekçesi çok şeyi özetliyor. Ersanlı’nın dinlenen telefon konuşmalarında Roj TV’den bir programa katılımcı olmak için teklif alıp yoğunluğundan ötürü reddettiğinin “tespit edilmesi”kendisinin KCK ile arasındaki bağı ispatlarmış! Geçmişte AKP’den vekillik ve hatta bakanlık yapmış kimselerin Roj TV’ye telefon ile bağlandıkları bilinirken, böylesi bir delilin ciddiye alınması oldukça gülünç ya da trajik. Dahası, İrfan Dündar’ın Kandil’de çekildiği iddia edilen bir fotoğrafı da kendisi gözaltına alınır alınmaz kaynağı bilinmeyen (siz onu malum olarak okuyun) basına servis edilmesi, ardından fotoğrafın piknikte çekildiğinin ortaya çıkması, Belge Yayınları’nın sahibi Ragıp Zarakoğlu’nun sebepsizce gözaltında olması, milletvekili konumundaki tutuklular ve daha pek çok akla uymayan örneği sıralamak mümkün.
Peki, nedir operasyonlar ile hedeflenen?
Hükümet kozu olarak KCK
Meselenin abesliğini göz önüne koyan pek çok ayrıntıyı atlayacak olursak, hükümetin niçin böylesine geniş çaplı bir operasyona giriştiği sorusunu cevaplamak bir çıkış yolu bulabilmemiz için oldukça önemlidir.
KCK operasyonlarının başladığı tarihe bakacak olursak, hükümet adına açılım sürecinin ve anayasa değişikliklerinin tartışıldığı bir dönemi görmüş oluruz. Oldukça çelişkili gibi görünen bu durumu daha da netleştiren bir husus da, basına sızan haberlerden öğrendiğimiz MİT ile PKK arasında yapılan “barış görüşmelerinin” hem de oldukça sıcak bir ses tonu ile gerçekleşmekte olduğu; tarihin de yine aynı operasyon dönemine denk düşmesidir. Yani hükümet bir yandan, dağı silahsızlandırmaya yönelik bir barış planına yönelirken, bir yandan da KCK operasyonları ile kendi kafasındaki barışın ceberut krokisini çizmekte.
Daha öncesinde söylediğimiz gibi hem barış görüşmeleri hem de açılım uyarınca atılan adımlar net bir biçimde PKK’nin tasfiyesi ve kısmi ödünler ile Kürt sorununu, seferberliği bölerek sonlandırma projesidir. Dava ve süren askeri operasyonların amacı, devletin PKK ile yaptığı pazarlık sürerken hem bir terör havası ile Kürt halkının taleplerini destekleyen tüm çevrelerin sesini kısmak, hem de PKK’yi daha kısa sürede anlaşmaya zorlayarak yeni anayasa sürecinde bu sorunu bir aşama ileri taşımaktır.
Taraf gazetesinde Yıldıray Oğur’un yazdıklarına göre Kandil ile devlet arasındaki anlaşma yakın dönem içerisinde gerçekleşmiş, ancak devlet bu meseleyi Kandil’in yenilgisi olarak servis etmek niyeti ile diretmekte, açıklamasını ertelemekteymiş. Hükümetin yahut bir devlet yetkilisinin bu yazıyı yalanlamamış olması yazının doğru olduğu anlamına gelmese de, süresiz ateşkes ve “barış” ihtimalinin düşünülmesinin hükümetin işine geldiği açık.
Ya emperyalizm?
Sol ve kimi sol-liberaller içerisindeki bir yanılgı Kürt sorununun çözümünün bizzat emperyalizm tarafından dayatıldığından ötürü hükümetin ne pahasına olursa olsun bu sorunu çözerek Kürt bölgesini emperyalizme servis etme niyetinde olduğu yönünde. Buna bel bağlayan, nice sulanmış liberal ve samimi devrimcilerin gözden kaçırdıkları o koca dağ yine KCK davası ile kör göze parmak sokuyor. Türkiye gibi bir yarı sömürge ülkenin böylesi bir sorunu kendi iç iradesi ile çözemeyeceği bir gerçek olsa da, emperyalizmin Erdoğan hükümetinin aleyhine olarak böyle bir görev talep ettiği savı oldukça yanlıştır. Zira emperyalizmin çıkarı bölgede güçlü bir devlet geleneğine sahip olan Türkiye’nin Ortadoğu ve Mağriplerdeki seferberliklere karşı, restorasyoncu güçlere örnek olması ve bu doğrultuda emperyalizmin taşeronluğunu üstlenmesidir.
Tam da bu somut duruma paralel olarak, ABD ve AB’nin (kimi ufak ayrıntılara dair düştükleri şerh dışında) KCK operasyonlarını destekledikleri ve mutlulukla takip ettikleri her fırsatta dile getirilmektedir.
Yaşlı Lenin soruyor: Ne yapmalı?
Hükümetin bir pazarlık kozu ve yalıtma projesi olarak her uzlaşma anında daha da derinleştirdiği KCK operasyonları bir yandan tüm yoksul Kürtlerin ve mücadele halindeki Türkiye işçi sınıfının karşı çıkması gereken bir dava konumundadır. Davanın burjuva hukukuna dahi uygun olmayan yöntemleri hiç kuşkusuz ki en ufak bir direnişinde dahi işçi sınıfının karşısına çıkacaktır. Ve bu operasyonların tamamı işçi sınıfının aleyhinedir.
Bir başka husus ise barış ve uzlaşı umutlarının, “ne olursa olsun barış” haykırışı ile mümkün olmadığının görülmesidir. Olası bir uzlaşma anında asker-polis devleti KCK operasyonunu gevşettiği yerden alıp, aynı ya da farklı isim altında kullanarak kendisine muhalefet edebilecek olan tüm odakları hedef tahtasına yerleştirmekte tereddüt etmeyecektir. Bunun karşısında güvenilir ve kalıcı bir barış için kaderini tayin hakkı, bu operasyonların kalıcı olarak sonlanabilmesi için de yegane anahtarı bize işaret etmektedir.
Yorumlar kapalıdır.