Bölünme korkusu mu, devrim umudu mu?

Birinci Körfez Savaşı’na ön gelen süreçte, 21 Ağustos 1990 tarihli Cumhuriyet gazetesinde çıkan bir haberde, savaşın kaçınılmazlığını gören Ankara’daki Türk diplomatik çevrelerinin “Saddam gitsin, Baas kalsın” şeklinde bir politik çizgiyi benimsedikleri belirtiliyor. Bunun gerekçesi yine habere göre “Bölgedeki Kürt unsurunun kaygı yaratıyor” olması.

Aradan uzun zaman geçti. Bu zaman zarfında Türk dış politikası geleneksel dışişleri bürokrasisinin bölgenin ilahi dengelerini gözetmeye dayalı “monşer” tarzıyla, Özal’ın bu duruma sinir olan “kabadayı” tarzı arasında gidip geldi. Bu aynı zamanda Türkiye’nin iç politikasındaki güç ve denge oyunlarının bir yansımasıydı. Ancak hangi kılığa girilirse girilsin sonunda korkulan oldu, Irak’ta bir federe bölge de dahil olmak üzere Ortadoğu’daki Kürt varlığı bir ulusal mücadele ve ulus (hatta devlet) inşası temelinde, geri döndürülemez bir statü kazandı.

Vakti zamanının aşılamaz “kırmızı çizgisi” olarak Irak Kürdistanı mevzuu bir yanıyla gerçek adını anmama şeklinde inkâr, öte yanıyla ekonomik ve siyasi gerçekçilik adına istifade yöntemiyle ancak hazmedilebilmişti ki bu sefer de Suriye’de bir Kürdistan tehlikesi zuhur etti!

Türk Milli Şuuraltının Tarihsel Karabasanı!

1990’da edilen sözler, kendi içinde bazı nüanslarla yine gündemde: Mealen “Esad gitsin, Baas kalsın!” veya “Kim giderse gitsin, devlet kalsın!” Bu defa en azından şimdilik ABD de benzer bir tavrı benimsemiş görünüyor. ABD

Savunma Bakanı Leon Panetta, Esad’ın devrilmesinden sonra Suriye ordusunun kontrolü ele alması gerektiğini belirterek, “Bunu yapmak da demokratik bir hükümete geçişi sağlayabileceklerini umduğum ordunun, polisin, güvenlik güçlerinin etkili olmasıyla mümkün” diyor. Panetta ayrıca Suriye’nin elindeki kimyasal silahların “yanlış ellere” düşmesinin tam bir felaket olacağını da belirtiyor.

Onca gürültünün arasında ABD’nin şu anki belirgin tutumunun, Esad ve ailesinin gittiği ancak Baas’ın ve rejimin diğer kurumlarının reforme edildiği ve bu arada Suriye’nin toprak bütünlüğünün korunduğu, “düzenli ve istikrarlı” ve elbette “barışçı!” bir geçiş; yani “Esad’a (Duruma göre Esed de denilebilir!) ölüm, Baas da dahil rejim ve devletin kurumlarıyla uzlaşma!” ABD açısından uygun bir “demokrasiye geçiş” planı!

Bu noktada ABD ile TC’nin Suriye ile bölgenin geleceğine ilişkin endişeleri ortak, ancak bunların taraflar açısından öncelik sıralaması değişebiliyor. ABD, haliyle emperyal karakteri ve “sorumluluklarının” büyüklüğünden dolayı “kimyasal silahların yanlış ellere düşmesi” ve daha önce Irak’takine benzer bir kaos ihtimalinden kaynaklı bir endişe yaşarken, bizimkiler ne kadar “oyun kurucu bir bölge devleti” olma hevesleriyle kabarsalar da, neticede geleneksel “vesayet” dönemine has korkularıyla baş başa kalıveriyorlar: Ya Kürtler Suriye’de de özerk bir yapı kurarlarsa; hem de PYD (yani PKK) önderliğinde!

Kısacası Türk milli şuuraltının tarihsel karabasanı, devlet ve hükümet büyüklerinin o pek “hallendikleri” Suriye meselesi bağlamında, üstelik bu defa da “Ya Kürtler birleşirse!” korkusuyla büyüyerek yeniden zuhur etmiş bulunuyor. Tabii, bekleneceği üzere ilk tepki açık tehdit biçiminde veriliyor: “Suriye’nin kuzeyinde PKK hâkimiyetine asla izin vermeyiz!”; kısacası “Daha birine zar zor alışmışken, ikinci bir Kürdistan’ı kaldıramayız!”

Bu yeni “kırmızı çizgi”nin zamanla (mor dahil) hangi rengi alabileceğini şimdiden kestirmek zor. O nedenle en kötü ihtimaller üzerinden hareket etmekte yarar var. Ancak unutulmaması gereken nokta, en uç ve en kötü ihtimal olarak görünen savaşın, sadece Suriye’ye ve/veya Suriye Kürdistanı’na askeri müdahaleye karşı çıkan güçler açısından değil, bu müdahaleyi yapacak emperyalist güçler ve ortakları açısından da kötü bir ihtimal olduğunu vurgulayalım. Irak deneyimi ve üstelik bu defa İran ve İsrail’in de dahil olabileceği büyük bir bölgesel savaş ihtimali nedeniyle işi en azından askeri boyutuyla ağırdan alan ABD’nin “kontrollü orman yangını” politikası bunu en azından şimdilik kavradığını gösteriyor. Suudi Arabistan ve Katar gibi devletler ise hem kendi iç hassasiyetleri, hem de çatışmanın kendilerine pahalıya patlayacak bölgesel bir savaşa dönüşmesi tehlikesi nedeniyle işlerini az uzaktan ve parayla görmeye çalışıyorlar.

Türkiye’ye gelince, bütün içerden şişinmesine, dışarıdan şişirilmesine ve emperyal-oyun kurucu heveslerine karşın, gerçek gücünün bu çapta işler için yeterli olmadığı hem içeride hem de dışarıda giderek anlaşılıyor. Bir Financial Times yazarının (David Gardner) “Türkiye çiğneyebileceğinden büyük bir lokmayı ısırmış olabilir” sözü belli ki bir endişeyi dile getiriyor. Aslında doğru bir tahmin; yanlış hesaplar ve mesnetsiz bir özgüvenle Suriye ve Ortadoğu konularında fazla açılan AKP iktidarı, bölgenin “stratejik derinliğinin” boyunu geçtiğini anladığı noktada paniğe kapılmış durumda!

Tabii bütün bu gerçekler, bir dizi iç ve dış çelişki ve gerekçenin tepkimeye girmesiyle Türkiye’nin en azından Suriye Kürdistanı’na yönelik bir askeri maceraya girişmesini kesin olarak engelleyemeyebilir. Ancak bu durumda Devlet, yaklaşık otuz yıldır Türkiye ve kısmen de Irak sınırları içinde Kürt hareketine karşı sürdürdüğü savaşı Suriye topraklarına da yaymış olur. Bu sadece tüketici bir savaşta cephenin genişlemesi ve derinleşmesi anlamına gelmez, aynı zamanda Kürtler arasındaki sınırların fiilen ortadan kalkması anlamına da gelir! Yani Türkiye Cumhuriyeti tarihsel kâbusunu biraz değişik bir biçimde de olsa kendi elleriyle gerçekleştirmiş olur. Üstelik de başta İran olmak üzere “karşı cepheye” açık ve gizli her türlü “meşru” müdahale gerekçesini sağlayarak…

Milleti Hâkime”nin Kürtlerle İmtihanı!

Kürt ulusal sorununun ve Kürtlerin statü talebinin dönülmez bir noktaya geldiği ortada. Bütün parçalarda uluslaşma süreci ve birlik ruhu hızla ilerliyor. Bu nedenle Kürtlere karşı, bölge ülkelerinden herhangi birinin yapacağı bir müdahalenin Kürtler arasındaki “tasada ve kıvançta ortaklık” duygusunu güçlendirmekten başka bir sonucu olmayacaktır.

Gelinen noktada bölge devletlerinin, kabile temelli mücadeleler döneminden kalma o kadim “Kürtleri birbirine kırdırma” politikasının da tutması zor görünüyor. Ulus olma bilincinin hızla yükseldiği bu süreçte ideolojik ve politik eğilimi ne olursa olsun herhangi bir Kürt kesiminin en azından açık bir biçimde ve silah kullanarak geçmişte olduğu gibi işgalci-sömürgeci bir güçle işbirliği yapması Kürt toplumu içinde güç ve itibarını kaybetmesine yol açacaktır.

Kürt ulusal mücadelesinin direnci, uzun ve kanlı inkâr yıllarının ardından çeşitli yönleriyle Kürt varlığına karşı bir kabullenme yarattı. Ancak bu içinde bir sürü “ama” ve “fakat” barındıran koşullu ve haddinden fazla öfkeli ve endişeli bir kabul oldu. Bu zoraki kabulün Türklerin geniş bir kesimi ve elbette yönetici zümreler açısından tam bir “milleti hâkime” tavrıyla birlikte yürüdüğünü unutmamak lazım. “Kendi dillerinden televizyon bile verdik, daha ne istiyorlar!” söylemi veya “Hele bir silah bıraksınlar, sonrasına bakarız!” uyanıklığı, bu ezen ve tepeden bakan ulus tavrının yaygın örnekleri.

Bu tavır, toplumun çeşitli kesimlerinde, her grubun kendi meşrebine uygun biçimlerde ortaya çıkıyor. Bazen açık ırkçı biçimler (en “Erzurumlu” halinden en “İzmirli” haline kadar!) alırken, mesela “ulusalcılar” adıyla maruf kesimde en “antiemperyalist” görüntülere bürünebiliyor. Bu kesimin ve ideolojik yakınlık nedeniyle bunlardan etkilenen kimi sol çevrelerin tutumlarının en önemli gerekçesi, emperyalizmin BOP veya GOP bağlamında, bölge ülkelerini parçalayarak “Büyük Kürdistan”ı kurma şeklinde şeytani bir projesinin olduğu. Bu görüş, tarihsel gerçeklerden ziyade milli-siyasi ruh dünyamızda “Sevr sendromu” olarak da bilinen birkaç hurafeyle birlikte “bölünme” korkusuna ve her türden Türk milliyetçiliğinin o meşhur “beka endişesine” dayanıyor. Sol Türkçülük veya sosyal Türkçülük de diyebileceğimiz bu ulusalcı çizginin dayandığı temel hurafelerden biri (Ata)Türk milliyetçiliğinin, Türklüğü kabul etmeleri şartıyla, herkesi bağrına basmaya hazır kapsayıcı bir yurtseverlik, Kürt milliyetçiliğinin ise bu “alicenap” tavrı reddeden, Kürtlükte ısrar eden bir ırkçılık olduğu iddiasıdır. Bu konuda 1920’li, 30’lu yılları, devletin Kürt politikalarını, Türk Tarih Tezlerini, Güneş Dil Teorilerini, zamanın devlet büyüklerinin beyanatlarını ve sonraki dönemleri hatırlatıp geçelim.

Emperyalizmin “Büyük Kürdistan” Planı!

Diğer bir hurafe de emperyalizmin (neredeyse yüz yıldır) bağımsız ve büyük bir Kürdistan (“birleşik” değil!) kurma emeli olduğu üzerinedir. Ancak sorunun tarihsel geçmişine bakarak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Emperyalizmin bugüne kadar böyle bir hedefi olmamıştır. İsteyenler Türkiye, İran, Irak ve Suriye’nin son yüz yıllık tarihlerine bakarak bunu kolaylıkla anlayabilirler. Emperyalizmin Ortadoğu’ya askeri olarak müdahale ettiği Birinci Emperyalist Savaş döneminde bölgenin belli başlı fay kırıklarından biri olan Kürt meselesine yaklaşımı taktik
manevralar, manipülasyon, nüfuz mücadelesi ve istismara dayalı ilişkiler düzeyini hiçbir zaman aşmamıştır. Türkiye’nin işgal altında, Irak ve Suriye’nin İngiliz ve Fransız mandası altında olduğu düşünüldüğünde, bağımsız bir Kürdistan (hem de büyük!) isteyen emperyalist güçlerin bu işi becerememiş olması oldukça tuhaftır! Bırakın emperyalizmin herhangi bir parçada bağımsız veya özerk bir Kürdistanı desteklemesini, Kürdistan’ın parçalanmasında ve her bir parçanın merkezi yönetime tabi kılınmasında emperyalist devletlerin doğrudan veya dolaylı desteğinin önemli payı vardır. Özellikle Irak Kürdistanı’nın Irak Krallığı’na zorla bağlanmasında İngilizler yönetimindeki Irak ordusunun ve özellikle de 20’li, 30’lu ve 40’lı yıllar boyunca Kürt halkını defalarca ağır bombardımana tutan İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetleri’nin (RAF) rolü belirleyicidir.

Ha keza Fransızlar da Suriye’de herhangi bir özerk Kürt varlığı falan yaratmadıkları gibi mesela Türkiye’deki Şeyh Sait ayaklanmasının yenilgiye uğramasının önemli nedenlerinden biri de ordunun Fransızların izniyle Kuzey Suriye demiryolunu kullanarak isyancıları arkadan kuşatmasıdır. Ayrıca Fransız manda yönetimi süresince Suriye Kürtleri diğer bölgelerdeki Kürtlerin mücadelesine destek vermemeleri için sürekli baskı altında tutulmuşlardır.

Kürt kurtuluş mücadelesinin o tarihlerde kısa ömürlü de olsa başarılı tek örneği olan Mehabat Kürt Cumhuriyeti ise 1946’da, ’41’den beri SSCB ve İngilizler tarafından işgal altında tutulan İran’da Kürdistan bölgesinin bir bölümünde kurulmuştur. Bu özerklik İngilizlerin değil, Sovyetler Birliği’nin kısmi desteğiyle ve de Irak Kürdistanı’nında ayaklanan ve daha sonra ülkeyi İngiliz bombardımanı altında terk edip İran’a geçmek zorunda kalan Molla Mustafa Barzani’nin askeri katkılarıyla gerçekleşmiştir (Barzani, daha sonra SSCB’ye geçti).

Kısacası emperyalizm, Kürt sorunundan yararlanmak için her şeyi yapıp kritik anlarda, kendi kendilerini yönetip kendi anadillerinde eğitim görmek ve kendi güvenlik güçleriyle özsavunmalarını örgütlemek amacıyla ayaklanarak özerklik talep eden Kürtlere değil, merkezi hükümetlere destek vermiştir. Zaten Ortadoğu’da geçerli olan statüko, emperyalizme rağmen değil, emperyalizmin desteğiyle kurulup sürdürülmüştür.

Ya Şimdi!

Tabii, bu statükonun geçmişte kaldığı, Irak Kürdistanı’ndaki federe yönetim örneği verilerek emperyalizmin bugün artık yeni bir bölge düzeninden yana olduğu ileri sürülebilir. Bu durumda “Bağımsız Kürdistan”ın emperyalizmin ezeli ve ebedi rüyası olduğunu iddia eden her kanattan Türk milliyetçiliği için gerçekte değişen bir şey yoktur: Emperyalizm, bölge devletlerini parçalayarak Kürtleri birleştirecek ve “Büyük Kürdistan”ı kuracaktır. Bu devlet de bölgede ABD ve İsrail desteğinde (zaten onlar tarafından kurulduğu için) emperyalizmin çıkarlarını koruyan ileri bir karakol görevini yerine getirecektir!

Bu “antiemperyalist” boya kazındığında altından o çok iyi bildiğimiz şoven milliyetçilik çıkacaktır. Buna göre Türkler adeta genetik olarak “antiemperyalist” bir millet olurken, Kürtler de aynı şekilde emperyalizme uşaklık etmeye eğilimlidir! Kısacası bu türden bir emperyalizm karşıtlığının ırkçı bir karakter taşıdığını söyleyebiliriz.

Hangi şartlar altında kurulmuş olursa olsun, Irak’taki Federe Kürdistan’ın temelinde Kürt halkının neredeyse yüz yılı bulan başkaldırısı ve çok büyük kayıplar pahasına sürdürdüğü özgürlük mücadelesi yatar. Üstelik bu mücadele, yukarıda da belirtildiği gibi çoğu zaman merkezi devletin yanı sıra onu destekleyen emperyalizme karşı da yürütülmüştür.

ABD’nin Irak Kürtlerinin özerkliğine verdiği destek, tarihsel veya ilkesel değil esas olarak konjonktürel bir destektir ve savaş-işgal koşullarıyla yakından bağlantılıdır. Unutulmaması gereken ABD’nin 2003’teki müdahalede destek gücü olarak öncelikle dost ve müttefiki NATO üyesi Türkiye’yi ve TSK’yı tercih ettiği, ancak Teskere’nin yeterli çoğunluğu sağlayamaması nedeniyle (Aslında reddedilmedi!) Kürtlerle ittifakı ön plana aldığıdır. Teskerenin geçmesi ve TSK’nın Irak Kürdistanı’na girmesi durumunda sorunun muhtemelen bugünkünden farklı bir seyir izleyeceği, bu işgal gücünün bir Kürt özerkliğine izin vermeyeceği açıkça ortadadır. Bu nedenle kimilerinin “Keşke girseydik!” diye dövünmesi boşuna değildir! Ayrıca ABD’nin bugünkü özerklikten fazlasına izin verme niyeti de yoktur. Tarihi belirlenmiş olduğu halde Kerkük’ün siyasi ve idari konumunu tayin edecek oylamanın ABD tarafından engellenmesinin nedeni budur. Kürt özerkliğinin sınırlarına gelince, bugünkü özerkliğin şartları, aşağı yukarı BAAS’la KDP arasında imzalanan, ancak şart koşulan dört yıllık sürenin sonunda Saddam’ın yan çizdiği Kürdistan’ın özerkliğini ön gören 11 Mart 1970 Deklarasyonu’nda yer alan maddelerle aynıdır.

Suriye: Yoksa Kürtler Emperyalizm İşbirlikçisi Değil mi!

Emperyalizmle işbirliği meselesi bağlamında bir diğer örnek ise Suriye Kürdistanı’ndaki en büyük siyasi -askeri gücü oluşturan PYD’nin tutumudur. PYD, emperyalizmin ve “çıraklarının” Suriye’deki neoliberalizm mağduru emekçi kitleler tarafından başlatılan devrimci halk hareketini kontrol altına alıp yozlaştırmak ve sönümlendirmek amacıyla kurdurduğu ve desteklediği Suriye Ulusal Konseyi’ne destek vermediği gibi, bir dış müdahaleye de karşıdır. PYD lideri Salih Müslim, kendileriyle görüşmeye gelen ABD elçisine “Olası bir müdahalede hem koordinasyon olarak hem de Kürt halkı olarak ABD’ye destek vermeyeceğiz” demiştir (Ekspress. Sayı-123). Kısacası Kürtlerin emperyalizmle işbirliğine “genetik” bir yatkınlığı yoktur. Ancak belirli konjonktür ve şartlarda milliyetçi Kürt liderlikleri, sınıfsal-toplumsal konumlarına ve ihtiyaçlarına uygun dış ilişki ve beklentilere girerler veya girebilirler; tıpkı Türkiye de dahil olmak üzere çatışma halinde oldukları devletlerin “dış güçler”le girdikleri diplomatik-askeri ilişkiler gibi. Yakın tarihleri boyunca, Kürtlerin “dış güçlerle” ilişkilerinin temelinde egemen ulus milliyetçilerinin iddia ettikleri üzere “emperyalizme uşaklık etme” arzuları değil, (Zamanında SSCB ile de yakın ilişkileri olmuştu.) çoğu zaman bağlı bulundukları devletin sınırları içinde kalmayı esas alan, kendi kendilerini yönetme, kendi dillerinde eğitim görme, kendi özsavunmalarını örgütleme, yani kendi kaderlerini tayin edebildikleri bir özerlik talebi vardır. Ortadoğu’daki Kürt sorununun varlığı da bu hak ve özgürlüklerin yokluğundan kaynaklanır. Kürtler, yukarıda sözü edilen şartlarda emperyalist bir güçle yakınlaşmış oldukları dönemlerde bile bu güçlerin, uygun şartlar oluştuğu andan itibaren kurtuluş hareketinin bastırılması için ezen ulusların merkezi hükümetlerini desteklediğini görmüşlerdir. Zaten parçalanmış Kürdistan gerçeği sadece hâkim devletlerin değil, aynı zamanda emperyalizmin de çıkarınadır; çünkü bu durum emperyalizmin bölgeye müdahalesinin, siyasi manevralarının ve bölge ülkelerine gerektiğinde şantaj yapmasının da bir aracıdır. Emperyalizmin bölgedeki “statükoya” uzun yıllar destek vermesinin başlıca nedeni budur. Türk milliyetçilerinin (elbette Irak, İran ve Suriye’dekilerin de) iddia ettiği üzere emperyalizm, Kürt milli meselesinin tam olarak çözümlenmesini sağlayacak “birleşik” veya “büyük” bir Kürdistan’dan yana değildir. Böyle bir birlik çeşitli siyasi, iktisadi ve toplumsal güçlerin yanı sıra büyük bir ihtimalle bölgedeki devrimci dinamikleri de harekete geçirecektir. Bu durumda Kürtler ABD, İsrail vb. güçlerle olan ve bölge devletlerinin şerrinden kaynaklanan ilişkilere, (Denize düşen yılana sarılır!) birleşik bir yapının varlığında daha az ihtiyaç duyacaklar ve siyasi hareket alanlarının genişlemesiyle öncekinden çok daha bağımsız davranma imkânına sahip olacaklardır (Her bölgedeki bütün burjuva devletleri için geçerli olan “sınıfsal” bağları saymazsak!). Kısacası bu “birleşik” veya “büyük” yapının en azından politik olarak daha bağımsız olma ihtimali, bugünkü parçalanmışlık durumunda olduğundan fazladır. Üstelik milliyetçi saplantılardan uzak düşündüğümüzde, böyle bir siyasi yapının, emperyalizmle işbirliği halinde kapitalist bir toplumsal temele dayanması da kaçınılmaz değildir. Bölgede doğacak fırtına, birçok ülkede devrimci (ve karşıdevrimci) dinamikleri harekete geçirirken fırtınanın merkezinde de devrimci bir dönüşümün gerçekleşme ihtimali vardır. Üstelik ulusal sorunun hem maddi planda hem de Kürt emekçilerinin zihninde aşılması durumunda böyle bir ihtimal küçümsenemez.

Türk milliyetçiliğinin paranoyası ve desteksiz atma alışkanlığı aynen devam etse de “birleşik bir Kürdistan”, harekete geçireceği devrimci dinamikler açısından emperyalizmin ve Siyonizmin tercih edeceği bir seçenek değildir.

Belirtmeden geçmeyelim, milliyetçiliğin asıl sorunu emperyalizmle değil Kürtlerledir. Bu konudan kaynaklanan, ABD’ye karşı “antiemperyalist” kırgınlık, esas olarak “terkedilmiş eş veya sevgili sendromu” olarak da tanımlanabilir; hani “Onca yıllık ‘Ben’ dururken üzerime nasıl gül koklarsın?” misali! Bu öyle bir kırgınlıktır ki, PKK’nin ABD tarafından terörist ilan edilmesi, Öcalan’ın CIA tarafından teslimi, PKK eylemlerini anlık istihbarat yoluyla Türkiye’ye bildirmesi ve güvenlik konusundaki işbirlikleri vb. ABD’nin PKK’nin arkasında olduğuna dair “milli” inancı silememektedir!

Ortadoğu Sosyalist
Federasyonu!”

Kürt sorununa ilişkin devrimci sosyalist bakış açısı “bölünme korkusuna” değil, bölgesel bir devrim ve yeniden birleşme, yani enternasyonalizm ilkesine dayanmak zorundadır. Bu, ezen ulusların emekçilerinin Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını koşulsuz ve bütün sonuçlarıyla birlikte kabulüne dayalı birleşik bir mücadele hattıdır. Bu tür bir devrimci yaklaşım emperyalizmin Kürt hareketi üzerinde kurmaya çalıştığı denetime ve işbirlikçiliğe yatkın burjuva önderliklerin hâkimiyetine karşı en büyük güvencedir.

Ulusların kendi kaderlerini tayini ilkesinin bir diğer boyutu olan “gönüllü birlik” meselesine, sadece Türkiye sınırları içinde Türklerle Kürtlerin birliği noktasından bakılamaz. “Birlik” konusu, aynı zamanda Araplarla ve Farslarla (ve elbette bölgedeki diğer bütün halklarla) Kürtlerin birliği ve en önemlisi de Kürtlerle Kürtlerin birliği meselelerini içerir. Kürt meselesinin bölgesel-uluslararası karakteri bunu zorunlu kılmaktadır. Bu bağlamda konuya daha geniş bir bakış açısından, yani tarihsel bir hedef olarak “Ortadoğu’nun birliği” noktasından bakılmalıdır. O çok korkulan “Kürtlerin birleşmesi” ihtimali, yine tarihsel olarak Türkler de dahil bütün Ortadoğu halklarının birleşmesi potansiyeline işaret eder. Sosyalistler olarak her ne kadar peşin bir “rejim şartı” koymasak da “birlik” konusunun bütün bir bölgeyi kapsayan nihai çözümünün ancak Ortadoğu emekçilerinin enternasyonalist birliği, öncülüğü ve ortak mücadeleleri ile mümkün olabileceğini; burjuvazinin (ve küçükburjuva milliyetçiliğinin) böyle bir yeteneğe sahip olmadığını vurgulamak zorundayız. Bölgenin yakın tarihi bize emperyalizme karşı mücadelenin tek tek ülkelerin sınırları içinde gerçek bir başarıya ulaşamayacağını defalarca göstermiştir.

Bütün bu nedenlerden dolayı soruna, bölge çapında başka türden bir birliği hedefleyen enternasyonalist devrimci bir çerçevede yaklaşmalıyız. Bölgenin o çok korkulan “Balkanlaşma” ihtimali, “tekçiliğe” dayalı bugünkü burjuva siyasi biçimleri korumaya çalışarak değil, insanlık için çok uzun zamandır bir “deligömleğine” dönüşmüş olan “ulus devletin” sınırlarının ötesine geçilerek aşılabilir. Uzun süre kimilerinde ancak müstehzi bir gülümsemeye yol açan bir ütopya olarak bir “Ortadoğu Sosyalist Federasyonu” fikri, maddi temelleriyle birlikte belki de ilk defa insanlığın karşısına uzun vadede de olsa gerçekleşebilir bir tarihsel ihtimal olarak çıkmaktadır.

Kürt sorunu, Ortadoğu sorununun bir parçasıdır. Bu nedenle devrimci sosyalistler, emperyalizmin gerçekte iflas etmiş Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) emekçi kitleler ve sol hareketler arasında yaydığı milliyetçi-millici korkuları aşarak, kendi devrimci Birleşik Ortadoğu Projelerini ideolojik, politik ve örgütsel planda yaratmalıdırlar. Bu, bölge açısından tek gerçekçi projedir; sonraki kanlı gelişmelere bakıldığında, yüz yıl önce sosyalistler tarafından savunulan “Balkan Federasyonu” fikrinin en gerçekçi fikir olduğunun kanıtlanması gibi.

Kuzey Afrika ve Arap devrimci dalgasının etkisi bölgedeki bütün fay kırıklarını harekete geçirdi. Bu, Rus devrimi de dahil, bütün devrimci altüst oluşların evrensel niteliğidir. Gelişmelerin uluslararası karakteri, ilk eldeki siyasi sonuçları ne olursa olsun, bütün devrimlerin tanımlayıcı unsurlarından biridir. Bölgedeki bütün iç ve dış güçler, bu gerçeklik ve çelişkiler üzerinden hareket ederek süreci kendi lehlerine çevirme çabasındadır. Devrimci güçlerin görevi, küçük burjuva türü bir “antiemperyalizm” adına çürüyüp sona ermekte olan geçmişi savunmak değil, durumu bölge proletaryası lehine çevirmek ve uluslararası devrimci bir program ve örgütlenme temelinde geleceğin Ortadoğu Sosyalist Federasyonu için mücadele etmektir.

Yorumlar kapalıdır.