1 Eylül ve gerçek barış güçleri kimlerdir?

2012 yılının ilk yarısında dünya genelinde savaş sonucu yaşamını yitirmiş kişi sayısı 30 bin dolaylarında. Bunlar yalnızca resmi rakamlar ve kayıtlara alınmamış ölü, yaralı ve kayıp sayıları ise meçhul.

Yine aynı yılın Türkiye’sinden bahsedersek yüzlü rakamları telaffuz eder hale geliyoruz. İşgaller ve kıyımlarla dolu dünyadan bizler de nasibimizi alıyoruz.

Bu tablo içerisinde 1 Eylül Dünya Barış Günü’nü geçirdik. 1 Eylül, 1939 tarihinde faşist Almanya ordularının Polonya’ya girerek ikinci emperyalistler arası paylaşım savaşını başlatmasına atfen, Bileşmiş Milletler tarafından ilan edilmiş bir gündür. Ve o tarihten bu yana emperyalizmin “bir daha asla” makyajlı cümlesi ile, 1 Eylül dünyada barışın simgesi olan gün haline getirilmeye çalışılmıştır.

Ancak geçen zaman, dünyadaki çatışmaların tekrarlanmasının engellemesi bir yana, kalıcı olduğunun ispatını sunmuştur. Vietnam, Afganistan, Irak müdahalelerinin ardından şimdi de olası bir İran ve Suriye saldırısı konuşulur durumda. Öte yandan, burjuva kolluk güçleri ve “sivil” çetelerin süngüleri göçmen işçilere ve hak mücadelesi içerisindeki hemen herkese yönelerek hiç de barışçıl bir dönemde yaşamadığımızı bizlere göstermekte.

Kuzey Afrika ve Ortadoğu devrimleri sürecinde diktatörlerin dökmekten kaçınmadıkları kan ve emperyalizmin bölgeye müdahaleleri de barış umutlarının bir süre daha ötelendiğini ifade ederken BM’nin barışa yalnızca daha güçlü bir savaş için hazırlık molası olarak baktığını da söyleyebiliriz.”Barış” sözcüğünün en çok özlendiği Türkiye’de de durum farklı değil. Ek olarak Türkiye’de barış taraftarları üçe bölünmüş durumda.

Birinci kesim, değişen uluslararası konjonktür ve “Batı Kürdistan”daki fiili yönetimin basıncı ile büyük güçlerin (emperyalizmin) de desteği ve oluruyla barışın yakın zamanda gelebileceğini düşünüyor. Bu görüşün geçmişteki biçimi barışın AB’nin baskısı ve istemi ile geleceğini söyleyip AB’ye güvenerek kendisini ifade etmekteydi. Geçen zamandan aldığımız ders, AB’nin ne kadar çabuk Türkiye’yi fiili olarak destekler hale geldiğini gösterdi. Şimdi de AB’nin de ABD’nin de Ortadoğu’daki temel tutumu “ülkelerin toprak bütünlükleri ve merkezi yönetimin varlığı” üzerine kurulu durumda. Bir an için değişen dengelerden bir tutam taviz kopartabileceğimize inansak da, ikinci bir koşul değişiminde tüm tavizlerin hızla geri alınacağını söylemek hiç de paranoyaklık değildir.

İkinci yaklaşım ise, barışın hükümetin de desteği ve demokratik dönüşümler ile gelebileceğini ifade etmekteydi. Bu kesimin sesi şu anda iyiden iyiye kesilmiş durumda. Yaşanan son operasyonlar ve AKP’nin sertleşen dili mevcut herhangi bir düzen partisinin kalıcı bir barıştan yana olmadığını açıkça gözler önüne seriyor.

İşçi Cephesi’nin de savunduğu üçüncü görüş ise, kalıcı ve güvenilir bir barış için ulusların kendi kaderini tayin hakkının savunulmasından geçiyor. Çünkü kaderini tayin hakkı, Kürt halkının kendi geleceği, gelişimi ve yaşamı hakkındaki tek söz sahibi olarak kendisinin ortaya koyulması açısından güvenilir ve kalıcı bir seçenek olarak ortaya çıkıyor. “Güney ve Batı Kürdistan” Kürtlerini de muamma durumdan kurtarabilecek bir pozisyon içeriyor. Aynı zamanda da tüm Ortadoğu ve Türkiye halkları ile eşit, güvenilir ve kalıcı bir birlikteliğin de yegane garantörü oluyor.

Türkiye’de kirli savaşın son bulup barışın kalıcı ve güvenilir olabilmesi için kaderini tayin hakkından yanayken, dünyadaki da barışın garantörlerinin de kimler olduğunu biliyoruz.

İşçi Cephesi, bugün savaşların son bularak gerçek anlamda “bir daha asla” yaşanmaması için, acil bir görev olarak diktatörlüklere karşı olan seferberlikler ile Avrupa ve dünya işçi sınıfının mücadelesini destenmesi gerektiğini savunuyor ve bunun için mücadele ediyor.

Yorumlar kapalıdır.