Suriye’yi hatırlamak!

Uluslararası karşıdevrim cephesi

“Suriye sorunu” yeni bir döneme giriyor. Bir devrim, bin bir çeşit uluslararası müdahalenin, diplomatik manevranın, jeopolitik ve jeostratejik oyunun labirentinde “kaybedilip” tasfiye edilmeye çalışılıyor. Cenevre -2’nin amacı devrimin tabutuna son çivileri de çakarak bu “işi” tamamen “bildik” yollara sokup denetim altına almak. Ancak çözüm sürecine katılan güçlerin cinsine cibilliyetine bakıldığında bu “çözümün” gerçekten bir çözüm veya bir çözümün başlangıç noktası olamayacağını şimdiden söylemek için müneccim olmaya gerek yok. İş, ekmek, eşitlik, adalet, özgürlük, demokrasi ve insan onuru talebiyle ayağa kalkmış yoksulların, emekçi kitlelerin bu talepleri bizzat onların eliyle gerçekleşmediği sürece, her türlü “çözüm” bırakın uzun veya orta vadeyi kısa vadede kaçınılmaz bir biçimde iflas edecektir.

Suriye devriminin “çalınması” ve tasfiyesi bir uluslararası karşı devrim cephesi eliyle gerçekleştiriliyor. Bu ilk eldeuyumsuz, uzlaşmaz hatta çatışır gibi görünse de, en azından nesnel olarak Suriye devriminin tasfiyesinde ortak çıkarları olan bir zincir. Bir ucu ABD’de öbür ucu Çin’de olan, arada AB’nin Rusya ve İran’ın, El Kaideci Cihatçıların, Lübnan Hizbullahı’nın, Türkiye, Suudi Arabistan, Katar vb. “dış güçlerin” yanı sıra sırtını Batı’ya ve bölge gericiliklerine dayayarak Suriye’ye demokrasi getirebileceğini sanan bir burjuva “Suriye Muhalefeti”, meşhur Müslüman Kardeşler ve elbette Suriye devleti (rejimi terk eden kimi yüksek yöneticiler de dahil) gibi iç güçlerin sıralandığı bir cephe bu. Amaçları belli: Suriyeli yoksul emekçilerin sırtından bölgenin en “manzaralı” yerlerini kapabilmek! En iyi ihtimalle, neoliberal bir asker-polis-Muhaberat rejimini, yağma ve rüşvete dayalı bir hanedanlık rejimini el çabukluğuyla yine neoliberal bir sahte demokrasiye dönüştürmek; hem de eski rejimin çürümüş devlet mekanizmasını, yani askeri, polisi ve Muhaberatı kullanarak; elbette zorunlu bir takım rötuşlar yapmak (Esadlı veya Esadsız) şartıyla…

Ne yazık ki, şu ana kadar, Suriye halkının devrimci kalkışmasına destek verecek, bölge gericilikleri tarafından desteklenen İslamcılar eliyle kör bir iç savaşa dönüştürülen mücadelenin gerçek devrimci unsurlarına arka çıkacak uluslararası bir devrimci cephe oluşturulamadı. Bu sadece neoliberal bir hırsız-polis devletine karşı silahlı-silahsız bir mücadele sürdüren Suriyeli işçi ve emekçilerin değil, aynı zamanda bütün dünya sosyalistlerinin de kaybıdır…

Neden ve nasıl başladı?

Suriye devrimi, yeryüzünün yerli yabancı tüm gericiliklerinin kontrol altına alıp boğmak amacıyla üzerine çökmesine karşılık, bazı istisnalar dışında, kendini devrimci, sosyalist, sol, demokrat vs. olarak tanımlayan kesimlerin gerçek bir ilgisine mazhar olamadı. Bu ilgisizlik bazen epeyce “soğuk” tonlara bürünürken birçok durumda da buram buram Baasçılık kokan düşmanca bir “ilgiye” dönüştü…

Türkiye özelinde ise , “devrimci” hatta “sosyalist” sıfatını taşıyanların birçoğunun gerçekte “laik-cumhuriyetçi-Atatürkçü” çizginin bir adım bile ötesinde olmadığı bir kez daha kanıtlandı.

Şimdi “ilgili” veya “ilgisiz” herkese soralım: Bugünden vazgeçtik, Suriye halkının devrimci mücadelesinin neden ve nasıl başladığını ve mesela ilk altı ayında neler olduğunu hatırlayan var mı? Tabii, sadece bunu değil, bu isyanın Esad (Baas) rejiminin ekonomik ve siyasi yapısına dayanan nedenlerini, Suriye’nin kimilerince hâlâ “sosyalist” sanılan yakın geçmişini hatırlayan? Kısaca hatırlatalım.

Baas kapitalizmi

Bu defa bir değişiklik yapalım ve önceki yazılardan farklı olarak mevzuya cenazesi çoktan kaldırılmış “Baas sosyalizminden” değil, devrimci bir halk ayaklanmasını adeta zorunlu kılan “Baas kapitalizminden” girelim.

Burada söz konusu olan, yaklaşık yirmi yıldır ivme kazanarak ilerleyen neoliberalleşme süreciyle daha da azgınlaşan, hırsızla polisin birlikte zenginleştiği bir sömürü düzenidir. Bu, yaygın bir rüşvet ve yolsuzluk ağına dayalı, en tepesinde Esad hanedanının olduğu kayırmacı bir “eş-dost-ahbapçavuş kapitalizmi”dir. Bu düzen rant sağlama ve bu rantı paylaşma esasına dayanır. Bu ranta ulaşmanın en kestirme yolu kapitalistlerle hükümet ve asker sivil bürokrasi mensupları arasında oluşturulan çeşitli işbirlikleridir. Zaten bu rejimde devlet görevlilerinin öncelikli amacı, siyasi güçlerinden istifade ederek servet sahibi olmaktır. Aynı şekilde kapitalistler de devlet yetkilileriyle iyi ilişkiler kurarak daha da zenginleşirler. Suriye, 178 ülkenin yer aldığı aşağıdan yukarıya yolsuzluk sıralamasında 127’ncidir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi piramidin tepesinde Esad hanedanı vardır. Mesela bir iddiaya göre 2005 yılındaki petrol gelirlerinin yüzde 85’i Esad ailesine ve ortaklarına gitmiştir. Aşağıdaki örnek “kayırmacı eş-dost kapitalizmi” tanımlamasının boşa yapılmadığını göstermektedir:

Ülkede ekonomik sistemde kayırmacılığın oldukça yaygın olduğu ve hatta finansal güce sahip bireylerin devlet politikalarını dâhi manipüle edebildikleri biliniyor. Bu durumun en çarpıcı örneklerinden biri, yakın dönemde Syriatel ile 94 adlı iki GSM operatörü arasında yaşanan rekabette bir kez daha gün ışığına çıkmıştı.

2000 yılında halka cep telefonu hizmeti sağlanması amacıyla hükümet, Syriatel ve 94 adlı iki özel şirketi yetkilendirmişti. Syriatel’in %25’i Mısırlı bir şirkete, %75’i ise Suriye Devlet Başkanı’nın kuzeni Rami Makhluf’a aitti. 94’ün sahipleri ise Lübnan İletişim Bakanı Mekati ve Rami Makhluf’tu. Şirketler faaliyete girdikten bir müddet sonra Makhluf, Syriatel’in kârından alması gereken payı alamadığını iddia etti. Bunun üzerine Suriyeli yetkililer, Mısır idaresini uyardı. Öyle ki Mısırlı CEO ile Mısırlı Pazarlama Müdürü, Suriye istihbaratı tarafından tehdit ediliyordu. Üstelik Mısırlı şirketin avukatının Suriye’ye girişine dâhi izin verilmedi. Sonuçta, Nisan 2002’de Mısırlı CEO, Suriyeli yetkililer tarafından üç gün içinde ülkeyi terk etmesi yönünde uyarıldı; böylece Makhluf, operatörü tekeline alma hakkını elde etti. Sonuçta, Makhluf özel çıkarları için rejimle yakın ilişkilerini de kullanarak kamu otoritelerini yönlendirmiş ve bu sayede mülkiyet haklarıyla adeta alay edercesine Mısırlı şirketin payına el koymuştu.” *

Yukarıdaki satırlar, USAK tarafından yayımlanan ve büyük bir ihtimalle Suriye’de yatırım yapacak olan Türkler dahil yabancı kapitalistleri ülke koşulları ve riskleri konusunda aydınlatmayı hedefleyen bir metinden alınmıştır. Ancak görüldüğü üzere yazarların Suriye rejimine ilişkin eleştirileri, rejimin yabancı yatırımlara çıkardığı “emekten yana, halkçı ve devrimci” engeller değil doğrudan doğruya Esad ailesi ve onunla bütünleşmiş baskı aygıtının uyguladığı ekonomi dışı çıplak kayırmacılık ve zorbalıktır. Bu arada halk ayaklanmasının başlıca taleplerinden birinin neden kazançlı her taşın altından çıkan “Kuzen” Makhluf’un tasfiyesi olduğunu böylece daha iyi anlamış oluyoruz!

Diktatörlüğünün örtüsü kalkarken

Siyasi olarak küçük burjuva diktatörlükleri, burjuva diktatörlüklerinin özel tarihsel şartlarda üstü örtülü biçimde zuhur etmesidir. Bu nedenle bir küçük burjuva “radikal” diktatörlüğü olarak Baas rejimi de, doğasının kaçınılmaz bir gereği olarak kendi kapitalist yolunu izlemiştir. Bu, başlangıçta ulusal bağımsızlığın ve toplumsal ilerlemenin altyapısı olarak inşa edilen bir devlet kapitalizmi olsa da sol kanadın tasfiye edildiği 1970 yılından başlayarak Esad hanedanının “gerçekçi politikaları” doğrultusunda çeşitli merhalelerden geçerek zamanla neoliberal bir kapitalizme dönüşme sürecine girmiştir.

Zaten uzun yıllar devlet terörünün yanı sıra çeşitli devlet destekleri, sübvansiyonlar sayesinde sürdürülebilen toplumsal dengelerin bozulmasında, 90’larda başlayan ve 2000’den sonra Beşar Esad döneminde hız kazanan neoliberal politikaların ve bu nedenle patlayan çok yüksek işsizlik ve yoksullaşmanın belirleyici bir önemi vardır. Ayaklanmanın, devletin büyük toprak sahiplerini destekleyen tarım politikalarının da etkisiyle başta Baas’ın eski kalelerinden Deraa olmak üzere, ülkenin en yoksul kesimlerinde başlamasının nedeni budur.

Tabii işin bir de siyasi boyutu var. Suriye 1963 Baas darbesinden başlayarak 50 yıl boyunca bir olağanüstü hal rejimiyle yönetilmiştir. Bu, polise ve diğer güvenlik güçlerine olağanüstü gözaltı ve sınırsız tutuklama yetkisi veren bir rejimdir. Doğrudan Esad ailesine bağlı Muhaberat ve özel askeri birliklerle paramiliter güçler (Şebiha) her türlü muhalif toplumsal hareketi en kanlı bir biçimde bastırmakla görevlidir İşkence son derece yaygındır. Halkın bir daktilo makinesi bulundurması bile izne tabidir (Tabii, daktilolu dönemde). Baas dışında bütün partiler fiilen yasaktır; varlıklarını ancak “Ulusal İlerici Cephe”ye katılıp resmen Baas’a biat etmeleri şartıyla sürdürebilirler. Basın, fikir, ifade ve örgütlenme özgürlüklerini sıkı bir denetim altında tutan rejim, muhaliflerine seyahat yasağı uygular. Bütün medya Baas denetimindedir. 1960’lı yıllardan başlayarak yüz binlerce Kürt vatandaşlık hakları ellerinden alınarak “yabancılar” olarak fişlenmiştir. Bütün internet iletişimi sıkı bir sansür ve denetim altında olup blogger’lar ve gazeteciler sistematik olarak baskı
ve tutuklanma tehdidiyle yüz yüzedir. Hiçbir bağımsız siyasi ve sendikal faaliyete ve işçi eylemine izin yoktur; muhalif ve devrimci sosyalist faaliyetleri saymıyoruz bile. Kısacası Baas diktatörlüğü, ortalama bir Türk solcusunun, kendi ülkesinde bunların onda birini dahi “faşizm!” olarak tanımlayacağı (hatta tanımladığı) bir rejimdir.

Tabii, her baskı tedbiri kullanılmak içindir. Nitekim 2000 yılında baba Esad’ın ölümünün ardından hanedan rejimi gereği başa geçen (veya tahta çıkan!) oğul Esad döneminde başlayan “Şam Baharı” ülkenin geleceğinin tartışıldığı birçok demokratik forum ve tartışmanın da yolunu açar. Politik özgürlük taleplerinin yanı sıra özgür ve adil bir seçim talebi de ön plana çıkar. Ancak “bahar” rejim açısından tehlike teşkil etmeye başlamış olacak ki, Ağustos 2000’de bir tutuklama dalgasıyla sona erer. Bu aynı zamanda kendisinden bir demokratikleşme hamlesi beklenen oğul Esad’dan da umutların kesilmesine yol açar.

İsyan…

Dört yıl sonra, 2004’te Rojava’da büyük çaplı bir Kürt isyanı patlar. Daha sonra ikinci dalga gelir. Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da yükselen Arap devrimci dalgasının da etkisiyle, polis devletinin baskısından bunalan ve neoliberal ekonomik ve sosyal politikaların ve giderek yaygınlaşan serbest piyasacılığın daha da yoksullaştırdığı halk kesimleri ekmek, iş, özgürlük talebiyle rejimi protesto etmeye başlarlar. Ancak rejimin bu barışçı demokratik gösterilere tepkisi çok sert ve kanlı olur. Nisan 2011’de bütün ülkeye yayılan gösteriler güvenlik güçlerinin silahlı şiddetine maruz kalır, olaylar, aylar boyunca televizyonlardan da izlediğimiz katliamlara dönüşür. Gösterilerin sürdüğü şehirlere ordu birliklerince kanlı operasyonlar düzenlenir. Her defasında ateş açılan eylemlerde göstericiler ilk defa gösterilerin 79. gününde, Haziran 2011’de silahla karşılık verirler. Aralık 2011’de grevler ve sivil itaatsizlik eylemleri birçok merkeze yayılır; rejimin tepkisi binlerce işçiyi işten atmak ve 187 fabrikayı kapatmak olur. Askeri operasyonlarda pek çok yerleşim yeri yıkılır, çok sayıda kadına tecavüz edilir. Binlerce kişi tutuklanır ve yine binlerce kişi kaybedilir. Orduda çözülmeler başlar. Olaylar, giderek silahlı bir ayaklanmaya, ardından hemen herkesin el attığı bir iç savaşa dönüşür.

Yani “Suriye’ye karşı terörist saldırının” ardında, emperyalizmin, her türlü uluslararası ve bölgesel gericiliğin, bu arada mezhepçi-cihatçı radikal dinsel gericiliğin olaylara müdahalesine neredeyse “ahlaki” bir üstünlük ve meşruiyet sağlayan mezhepçi, “laik”, gerici bir polis devletinin terörist marifetlerinin önemli bir payı vardır. Silahsız ve büyük ölçüde örgütsüz halkın kendiliğinden-barışçı protesto eylemlerinin katliamlar yoluyla ezilmek istenmesi, çeşitli ülkeler tarafından özel olarak desteklenen bir kısmı yabancı, silahlı ve örgütlü radikal İslamcıların ve emperyalizmin desteklediği burjuva güçlerin ayaklanmanın politik inisiyatifini ele geçirmelerine kapı aralamıştır. Bu durumda demokratik halk hareketinin ilk aylarında Esad rejimine karşı eylemlerde yer alan bazı laik-demokrat-sol vb. kesimler, silahlı İslamcıların (tekfirci-cihatçı-selefi) ve emperyalizmin askeri bir müdahalesinin yol açabileceği sonuçlardan ürkerek (Bakınız: Irak) ya pasifleşmişler ya da rejimle demokratik talepler temelinde bir uzlaşma zemini aramaya başlamışlardır. Aynı korku azınlıkların rejim muhalifi olan kesimlerini de etkilemiştir.

Cephenin sol kanadı!

Elbette “karşıdevrimci birleşik cephe” sadece emperyalizm, bölge gericilikleri, İslamcılar, burjuva muhalefeti, Esad rejimini destekleyen ülkeler ve Baas diktatörlüğüyle sınırlı değildir. Bu “cephenin” bir de “sol” hatta “sosyalist” kanadı vardır. Rejime karşı ayağa kalkan yoksul kır ve kent emekçilerinin; emperyalistlerin, şeriatçıların, devlet terörünün şerrinden ürkerek sessiz duran işçi ve emekçilerin devrimci bir önderlikten yoksun olmasının ve örgütsüzlüğünün; hatta bir bölümünün mezhebî veya farklı nedenlerle rejimin yanında yer almasının önemli bir nedeni de bölge solunun “geleneksel” kesimlerinin yukarıda niteliklerini saydığımız rejimle, “antiemperyalist” ve “ilerici” olduğu gerekçesiyle uzun yıllardır sürdürdükleri işbirliği politikasıdır. Bu “Arap sosyalizmleri” çağında SSCB bürokrasisi tarafından dikte edilen ve bölgenin uzun bir geçmişe sahip “komünist” partilerinin fiilen tasfiyesine yol açan bir teslimiyet politikasıdır. Bu politikanın en önemli sonucu işçi sınıfının bağımsız, örgütlü ve devrimci bir güç olarak toplumsal mücadelelerde yer almasının engellenmesi olmuştur. Oysa işçi sınıfının iyi kötü örgütlü ve sınıf mücadelesi deneyimine sahip bir güç olarak var olabildiği Tunus ve Mısır gibi ülkelerde gerici diktatörlüklerin yıkılmasında nasıl önemli bir rol oynadığını, emperyalist müdahalenin ve İslamcıların rolünü en azından nasıl sınırladığını gördük. Tabii, devrimci bir politik önderlik yokluğunun devrimleri nasıl burjuvaziye teslim edebileceği gerçeğiyle birlikte… Söz konusu olan işçi ve emekçilere yönelik, “sosyalizm” kılığına girmiş tarihsel bir ihanettir; bugün mesela Irak ve Mısır’ın yanı sıra çok daha ağır bir biçimde Suriye’de ödenen bedelde bu ihanetin önemli payı vardır.

Ama antiemperyalist..!

Ancak her ihanetin genellikle “soylu” bir mazereti vardır! Bu tarihsel bir kuraldır. Arap dünyasının geleneksel Stalinist solunun sınıf işbirliği politikası da “soylu” bir mazerete dayanır: Antiemperyalizm!

Evet, “antiemperyalizm” denince akan sular durur! Ancak bu “haklı” ve “soylu” gerekçenin küçük bir kusuru vardır: Bu tür rejimlerin artık çok ama çok geride kalmış (küçük burjuva-milliyetçi) devrimci dönemlerini saymazsak uzun yıllardır antiemperyalizmle bir ilgileri kalmamıştır. Aynı “sosyalizmleri” gibi gerçek manada “emperyalizm karşıtlıkları” da bu rejimlerin “mitolojik” çağlarına ilişkin uzak birer anıdan ibarettir. Bu radikal küçük burjuva politik rejimler, burjuva karakterlerinin kaçınılmaz bir sonucu olarak, kendi iç dönüşümleri paralelinde o tür “kamburlardan” kurtulalı çok olmuştur. Küçük burjuva radikalizmi, siyasi olarak sadece emperyalizmden değil, aynı zamanda kitlelerden de bağımsız bir bürokrasi temeline oturur. Bu tür rejimlerin bilinen bütün örneklerinde, rejimin emperyalizme karşı bağımsızlığı giderek azalırken kitlelere karşı bağımsızlığı artmıştır!

Zaten bu rejimlerin başlangıçtaki emperyalizm karşıtlığı, ülkenin politik bağımsızlaşması, ekonomik olarak egemen kapitalist üretim ilişkileri zemininde bir “karma ekonomi” ve “devlet kapitalizmi” olarak ortaya çıkar. Bu yapı, bütün kısmi kazanımlarına karşılık, zamanın emekçi kesimler lehine değil, burjuvazinin lehine işlemesini sağlar. Ancak burjuvazinin, doğası gereği (en “milli” biçiminde bile!) uluslararası sermaye ile bütünleşme eğilimi gösterdiği, yönetici elitin giderek kapitalistleştiği ve buna paralel olarak rejimin, iç politik değişimler eşliğinde (askeri darbeler, saray entrikaları ve cinayetleri, tasfiyeler vb.) “dış dünya” ile gizli-açık ekonomik ve politik ilişkilerini geliştirdiği oranda, “antiemperyalizm” bir yük haline gelir.

Ancak “yük” haline gelmesi emperyalizmi bir söylem olmaktan çıkarmaz. Bu, rejim açısından gerçekten de yararlı bir söylemdir; bir yandan yoksul ve sömürülen kitleleri, “onurlu dış politika” aldatmacası ve “dış düşmanlar” korkusuna dayalı bir yurtseverlik numarasıyla denetleme imkânı vererek devlet terörüne meşruiyet sağlar, öte yandan bütün ekonomik kaynakları denetleyen hanedan ve çevresinin haraç, rüşvet, rant ve kayırmacılığa dayalı “eş-dost kapitalizmi” düzeninin örtüsü haline gelir. Uluslararası-bölgesel planda rejimin “Batı ve Siyonizm karşıtı” politikaları esas olarak halkın değil, en “dar” anlamıyla “rejimin” varlığını ve “tepedekilerin” çıkarlarını korumayı amaçlayan taktik manevralardan başka bir şey değildir. Üstelik bu “emperyalizmden bağımsız” rejimlerin dış politikaları, bölgenin yakın tarihi boyunca birçok kritik durumda emperyalizmle açık bir işbirliği doğrultusunda olmuştur. Bunun pek çok örneği vardı: Saddam döneminde Irak’ın ABD emperyalizmi ile çıkar ortaklığına girerek İran’a saldırması (hem de on yıl boyunca); Kaddafi’nin Batı ile “ailecek” sürdürdüğü ekonomik-politik ilişkiler, Esad rejiminin emperyalizm ve Lübnan sağıyla işbirliği yaparak Lübnan’daki sol-devrimci güçlerin yenilgisinde, Filistinlilerin ezilmesinde (Tel al Zaatar katliamı) birinci dereceden rol alması (1976); Birinci ve İkinci Körfez savaşlarındaki emperyalizmin Irak işgaline destek politikası (1991, 2003); 2001 sonrası, ABD’nin Kaide’ye karşı yürüttüğü operasyonlarda, kendi topraklarında verdiği “işkence izinleri” vb… Ayrıca bu tür rejimlerin başta gelen özelliklerinden biri de en devrimciler de dahil bir dönem ittifak yaptığı veya desteklediği bütün müttefiklerini bir sonraki dönemde, kendi çıkarları doğrultusunda gözünü kırpmadan satabilmeleridir.

Emperyalizmin derdi!

Bu şartlarda emperyalizmin rejime ilişkin asıl sorunu, emekçilerin, içi giderek boşalmış ve neoliberal “değişim” sayesinde artık bir “kabuğa” dönüşmüş veya büsbütün ortadan kalkmış “kazanımları” veya ülkeyi emperyalizmin tahakkümünden koruyan ekonomik ve toplumsal yapı değil, ekonomiyi denetleyen, özelleştirilen işletmeleri mülk
edinme önceliğine sahip, bu gücünü rejim içindeki siyasi konumundan alan, boğazına kadar yolsuzluk, rüşvet ve hırsızlığa batmış, kapitalistleşmiş bir bürokrasi ve bütün “kaymağı” yiyen, haracını almadan tek bir ekonomik faaliyete bile izin vermeyen kapitalist hanedanın yaratabileceği “arızalardır”. Batı ile Esad rejimi arasındaki dış politikaya ilişkin çelişki ise, emperyalizmin bölgesel politikaları ile siyasal yapısını korumak isteyen rejimin, kimi zaman pazarlık ve şantaj yoluyla (Batı karşıtlığı kisvesinde) giriştiği bölgesel taktik manevra ve ittifaklardan kaynaklanır.

Ancak bu çelişkiler, örneğin üretim tarzlarındaki, sosyoekonomik yapılarındaki temel farklara dayanmadığı için uzlaşmaz, sabit ve çözümsüz değildir. ABD’nin o herkesin beklediği işgali gerçekleştirmemesi, radikal İslamcı-cihatçı gruplara karşı tavır alması, dağınık, bin parçalı muhalefete güven duymaması, iç savaşın dengelerini değiştirecek ağır silahların ülkeye girişine ambargo koyması ve en önemlisi Esad’ın içinde yer almayacağı, ancak ordu ve polis dâhil Baas bürokrasisinin varlığını koruyacağı bir geçiş rejimi politikasını savunması; bu arada İsrail’in de belirsiz bir gelecek ihtimaline karşı Esad rejimine karşı bir çeşit “hayırhah” tutum takınması ABD ile Baas arasında uzlaşmaz bir çelişkinin olmadığının işaretleridir.

Değişen dünyanın hali

Yukarıda rejimin karakterine ilişkin söylenenler tümüyle gerçek olsa da elbette Suriye’ye (hatta bütün bölgeye) ilişkin sorunlarımızı çözmediği açıktır. Suriye’de neoliberal bir polis rejiminin varlığı kuşkusuz bu ülkeye yönelik emperyalist bir müdahaleye veya radikal İslamcılığın melanetlerine haklılık kazandırmaz. Kısacası tavrımız hiçbir zaman “Esad gitsin de kim gelirse gelsin!” biçiminde olamaz. Aynı şekilde bir “ehveni şer” olarak Suriye’nin bugünkü düzenine de razı olamayız. O halde devrimci sosyalistler olarak nasıl bir tutum almamız gerekiyor? Önce dünya haline bir bakalım.

SSCB ve Doğu Avrupa’daki diğer yozlaşmış işçi devletlerinin, emperyalist bir saldırı sonucu değil, iktidarı elinde tutan bürokratik kastın kendi “iç dönüşümü” ve içinde işçi sınıfının da yer aldığı büyük kitle hareketleri sonucu çöküşlerinin ardından yeni bir dönem başladı. Uluslararası güç dengeleri büyük ölçüde değişti. Bu dönemde sosyalist hareketin geniş kesimleri “acemisi” oldukları hatta neredeyse hiç “tanımadıkları” bir dünyada kendi ideolojik-politik geçmişleri ve küçük burjuva “sınıfsal içgüdülerinin” de etkisiyle çeşitli yönlere savruldular. Ancak görünen o ki 89-91 döneminden bu yana geçen onca yıla ve üstelik büyük bir ekonomik krizle birlikte sınıf mücadeleleri ve kitlesel hareketlerdeki dünya çapındaki yükselişe rağmen bazı istisnalarla savrulmalar, yanılgılar, kavrayışsızlık ve kafa karışıklıkları hükmünü sürdürüyor.

Dünya haline ilişkin öncelikle kavramamız gereken bir durum var: 80’ler-90’lar döneminden bu yana uluslararası planda, devletler ve ülkeler arası ilişkilerde, emperyalist sistemin işleyişinde, rejimlerin yapısında, ulusal kurtuluş hareketlerinin niteliklerinde, sınıf mücadelelerinin toplumsal- ekonomik ve ideolojik-politik koşullarında önemli değişiklikler oldu. Mesela artık bir Sovyetler Birliği yok. Çin, yine kendi bürokrasisi ve mali sermayesi eliyle ABD’ye, Japonya’ya rakip dev bir kapitalist güç haline geliyor. Eski Doğu Avrupa’nın büyük bölümü bugün AB üyesi. Sovyet Orta Asya’sı, bazıları hanedanlarca yönetilen kapitalist birer diktatörlüğe dönüştü. Küba, Vietnam ve adeta bir “monarşik işçi devleti” niteliği kazanan K. Kore’nin birer “model” olarak herhangi bir etkisinden söz etmek mümkün değil. (Hatta Vietnam tipi bir kapitalistleşme modelinden bile söz edilebilir!) Kısacası artık şunu kabul etmek gerekiyor ki ne Rusya eski Rusya’dır ne de Çin eski Çin! (Gerçi eski hallerini de biliriz!) Bu arada “sosyalist blok”un var olduğu “eski dünya” düzeninin iç ve dış koşullarının etkisiyle ortaya çıkan bir dizi “devrimci” rejim de hem kendi çürüme süreçleri, hem de dünya dengelerinin değişmesi nedeniyle artık farklı bir konumdalar. Bunların başlıca temsilcileri, bir zamanların “Arap Sosyalizmi” veya “İslam sosyalizmi” olarak tanımlanan Mısır, Irak, Cezayir, Libya, Suriye vb. “küçük burjuva radikal” rejimleri iflas etmişlerdir. Bazen uzun da sürse, birer geçiş rejimi olarak var olabilen bu tür “üstü örtülü burjuva diktatörlüklerinin”, devrimci enerjilerini tüketerek asıllarına rücu etmeleri kaçınılmazdı. Bu tür rejimlerde çürümenin belirli bir aşamasından itibaren sorun artık “emperyalizme ve Siyonizme karşı mücadele” olmaktan çıkıp geçmişten arta kalan “kabuğun” muhafazası haline gelir; rejim ve başındaki hanedan her ne kadar varlığını koruma mücadelesini (araçsal bir biçimde) “antiemperyalizm” veya “anti Siyonizm” gerekçelerine bağlasa bile.

Kendi halkı…

Bu tür ülkelerin yanı sıra bir dizi başka ülkede de (mesela bugünkü Ukrayna vb.) eğer sorun sadece Batı’nın işe karışmasını, hatta kimi örneklerde doğrudan bir emperyalist işgali önlemek olsaydı devrimci tavır çok net bir biçimde, rejimlerini unutmamak şartıyla o ülkelerin emekçilerinin yanında emperyalist müdahaleye karşı çıkıp savaşmak olurdu. Ancak yakın tarihteki birçok örnekte olduğu gibi, olaylar bu “netlikte” yaşanmıyor. Pek çok ülkedeki, bir sosyalist olarak hiçbirimizin asla yaşamak istemeyeceği ve kesinlikle karşı çıkacağı, muhtemelen hapishanede olacağı baskı rejimleri, öncelikle kendi halkının kitlesel protesto ve ayaklanmaları ile sarsılıyor. Bu hareketler toplumun hemen hemen her kesimini ve kitlesellikleri oranında birbirinden çok farklı toplumsal ve siyasi grupları bünyesinde topluyor. Üstelik hemen hepsinde çok karmaşık, bazen epeyce tutarsız bir bilinç hâkim. Bazılarında en sağından en soluna herkes hareketin içinde. Bazen en haklı ve ilerici taleplerle en gerici talepler bir arada ileri sürülebiliyor. Ancak bu toplumsal isyanların hemen hepsi boğazına kadar hırsızlık ve yolsuzluk batağına batmış, bazıları bir aile saltanatı biçiminde yönetilen polis devletleri tarafından ağır politik baskı altında tutulduğu kapitalist diktatörlüklere karşı patlıyor. Hemen hepsinde iş, ekmek, özgürlük, hırsızlık ve yolsuzluklara son verilmesi, onurlu bir yaşam, siyasi demokrasi talebi öne çıkıyor. Üstelik hepsinde hükümetlerin neoliberal politikaları (reformlar) iktidar ve çevresindekileri zengin ederken halkın yoksulluğunu daha da artırmış. Emperyalizmin buradaki rolü “olayların başlatıcısı” olmaktan ziyade, “arızalı” bir rejimden umudunu kestiği veya maliyetini yüksek bulduğu oranda kitle hareketlerine siyasi, diplomatik ve gerektiğinde askeri destek verme biçimini alıyor. Emperyalist güçlerin buradaki amacı öncelikli olarak baskı rejimlerine karşı halk hareketlerinin ve devrimci kalkışmaların denetim altına alınarak ülkenin ve bölgenin “istikrarının” kargaşa, istikrarsızlık ve devrimci gelişmelere karşı korunması. Bu nedenle emperyalizm, mesela Tunus ve Mısır gibi örneklerde daha önce güçlü bir biçimde desteklediği baskı rejimlerinin halk tarafından yıkılacağını anladığında uygun bir biçimde taraf değiştirmekte hiçbir sakınca görmedi. Emperyalist müdahale ve desteklerin elbette temel ekonomik nedenleri var, ancak bu noktada “ilginin” politik yanı çok daha öncelikli. Yoksa emperyalizm açısından bölge petrollerinin iyi kötü denetimi, kullanımı (zaten öyle; bak. Kaddafi dönemi Libyası!) veya Suriye pazarının yabancı sermayeye açılması konusunda, kısmi bürokratik olumsuzluklar ve hanedan üyelerinin zorbalıkları dışında temel bir engel yok (Bak. “Kuzen” Makluf örneği). Ayrıca uluslararası sermayeyle bütünleşerek daha da zenginleşmek “milli burjuvazinin” ve bürokrasinin karşı çıktığı bir şey değil. Neticede ekonomik-siyasi her şey pazarlığa tabi. Üstelik ABD’yi resmen “büyük şeytan” olarak tanımlayan İran bile devletin sınıf karakterine ve burjuvazisinin ihtiyaçlarına uygun bir biçimde ve de “kapitalist aklın” gerekleri uyarınca emperyalist sistemle diplomatik ilişkilerini düzeltme yoluna gidiyor. Bu nedenle Suriye’de devletin bütünlüğünü sürdürdüğü, Baaslı ama “Esadsız” (Belki de Esadlı!) bir burjuva koalisyon ABD ve Batı’nın işini görüyor!

Sonuçta, antiemperyalist gerekçelerle, hatta mazeretlerle Esad rejiminin yanında, çoğu zaman tek bir ciddi eleştiri dahi yapmadan yer alan solu ağır bir hayal kırıklığı bekliyor. Çünkü Esad hanedanı bir biçimde kendini kurtarıp iktidarda kalsa dahi bundan sonraki işlerini emperyalizmle öncekinden daha derin bir uzlaşma ve işbirliği politikası güderek yapacak. Bu zaten ustası oldukları bir iştir! Ayrıca Suriye egemen sınıflarının ve bürokrasinin eli nispeten “temiz” kesimlerinin, konum ve güçlerine halel gelmemesi şartıyla emperyalizmle temel bir sorunları yok. Zaten emperyalizmin de onlarla temel bir sorunu yok. (Bakınız: yumuşak geçiş planları!)

Gezi örneği ve Tayyip Bey’in antiemperyalizmi!

Dönemin kitlesel isyanlarının yapısını ve Batı’nın tutumunu irdelerken bizim o muhteşem GEZİ ayaklanmasından söz etmeden geçmek olmaz. Gezi, bir yanıyla bu tür kitle hareketlerinin nedenleri, altında yatan birikim, toplumsal bileşimi ve talepleri açısından öte yanıyla, rejimin tavrı ve olayları değerlendirmesi ve Batı’nın tutumu açısından solun zihnini açabilecek bir örnektir. Toplumun normal şartlarda bazıları bir araya gelemeyecek bütün muhalif kesimlerinin içinde yer aldığı bu
büyük kitle hareketi bilindiği gibi hükümetin “otoriterleşme” eğiliminden rahatsız “Batılı güçlerin” de desteğini aldı; kabul edelim hükümetin zaman zaman açıkça sürtüştüğü geleneksel büyük sermayenin (finans kapitalin büyük parçası) tavrı da düşmanca değildi! Emperyalist merkezler, siyasi-diplomatik yollardan hükümeti, yani Başbakan’ı birçok kez uyardılar. Hükümetin ve tabii Başbakan’ın despotik eğilimlerinin aşağıda sözünü edeceğimiz diğer nedenlerle birleşmesi Batı’da Erdoğan karşıtı bir cephenin doğmasına yol açtı. Bu durumda Başbakan bütün benzer konumdaki liderlerin yaptığı üzere ayağa kalkan halkı ve hareket içindeki örgütlü güçleri, “çapulcu” ve “terörist” ilan etti. Elbette bununla da kalmadı ve yine “usul gereği” ülkenin Türkiye’nin gelişmesini ve güçlenmesini istemeyen dış güçlerin (ABD, AB vb.) ve “faiz lobisinin” (uluslararası mali sermaye) saldırısı altında olduğunu ima etmek ne kelime açık açık söyledi ve ülkenin yeni bir “İstiklâl Savaşı” içinde olduğunu ilan etti! Üstelik Başbakan’a göre dış güçlerin (emperyalistlerin) saldırısı bununla da kalmadı. Gezi’de hükümeti bir darbe yoluyla yıkmayı başaramayanlar, bu kez “yine arkasında dış güçlerin desteğiyle ‘Paralel Devleti’ harekete geçirerek ’17 Aralık Darbesi'”ne giriştiler. Ancak bu defa için içinde “üçüncü havaalanı” inşaatı nedeniyle işleri kesilecek olan Almanya doğrudan yer alıyordu! Bütün bir “emperyalist cephe” birleşerek bağımsız, özerk bir politik çizgisiyle “oyun kurucu” bir bölge, hatta bir dünya devleti olmayı hedefleyen, hatta bu yolda “değerli yalnızlığı” göze almış, İsrail ile ilişkisini kesmiş, “eksenini kaydırmış” Türkiye’ye karşı komplolara girişmişti. Hedef elbette önce Başbakan idi! Operasyonlar, ABD’ye “Hizmet” eden bir “Cemaat” eliyle yürütülmekteydi. Üstelik Türkiye askeri alanda da bağımsızlık yolunda adımlar atmaktaydı. (Bu henüz böyle söylenmedi, ben hatırlatıyorum!) Bunun örnekleri var: Batılı firmaların da katıldığı ihalede bir Çin füze sisteminin, üstelik teknoloji aktarımı şartıyla, seçilmesi; bugüne kadar ABD ve İsrail’e bağımlı olunan savaş uçakları için düşman tanıma sisteminin yerli olarak üretilmesi (Dünyada sadece sekiz ülkede varmış.), yerli yapım savaş gemileri, uydular vs. Tabii işler bunlarla da bitmiyor. Artık neredeyse bütün Batı (yani emperyalist merkezler) Başbakan’a karşı tavrını daha da sertleştiriyor. Söylenenlere göre Batı medyası Erdoğan’ı hedef alıp neredeyse Chavez gibi betimler hale gelmiş (A. Aydıntaşbaş, Milliyet). New York Times ise Erdoğan’ın “…kendi ülkesinde yarattığı siyasi facia ile Türkiye’yi sadece kendisi için değil, ABD dahil bütün NATO müttefikleri için tehlikeli bir otoriter devlete dönüştürdü.”

İşte budur, ne de olsa onca yıllık emperyalist tecrübe konuşuyor! Yani Başbakan, bütün bir emperyalist sistemi tehlikeye düşürmekte. Şimdi gel de Başbakan’a destek verme!

Ancak Gezi eylemlerinde sokağa dökülen, rejimin güvenlik güçleriyle günlerce çatışan yüz binlerce ve milyonlarca insanın ve hatta “dünya âlemin” çok iyi bildiği bir şey var: Gezi isyanı hiçbir zaman “dış güçlerin” tezgâhladığı, “çapulcu ve teröristlerin” öncülük ettiği bir “darbe” teşebbüsü değildi. Çoğunluğunu çeşitli kesimlerden emekçilerin oluşturduğu kitlelerin ortak talebi, belki de bütün sosyal-sınıfsal taleplerinin politik “üstyapısı” olarak özgürlüktü. Üstelik olayların daha da büyüyüp şiddetlenmesi durumunda “Batı”nın, “NATO’daki müttefiklerimizin” çeşitli yollarla hükümeti daha sert bir tonda uyarma ve diplomatik müdahalelerde bulunma ihtimali de çok yüksekti. Ancak bu tepkilerin asıl kaynağı hükümetin “antiemperyalist-bağımsız” iç ve dış politikası değil NYT’nin de belirttiği gibi, hükümetin otoriter tavrınınsadece Türkiye için değil, ABD dahil bütün NATO müttefikleri için tehlike yaratması; yani sistemin “arızalı” bir parçası olarak bütün sitemi tehlikeye düşürmesiydi.

Batı’nın Başbakan’a karşı tavrının Gezi’ye katılan, onları çeşitli biçimlerde destekleyen çok geniş kesimler açısından bir “sorun” teşkil etmediği ortada. Hatta burjuva muhalefetin çeşitli kesimlerinde, ulusalcılar ve liberallerin “dehşetle ayılan” kesimleri için Batı’nın Başbakan karşıtı tavrının bir “umut ışığı” olduğu bile söylenebilir. Bunda liberallerin devre dışı bırakılmasının ve bütün “Batı karşıtlıklarına” rağmen hükümeti “eksen kaymasıyla” suçlayan ulusalcıların, rejimin otoriterleşmesinin dehşetiyle “Batı’ya sığınma” eğilimlerinin payı var. Solun, sosyalist hareketin de, Batı’nın Erdoğan karşıtlığına, ABD Büyükelçisi’nin “demokrasi yanlısı” eleştirilerine pek bir itirazı yok. Yani, Suriye konusunda, “emperyalizm” gerekçesiyle, rejimin niteliğini ve halkın gerçek durumunu hiç hesaba katmadan, 40-50 yıldır hiç değişmeyen analizler temelinde, uzaktan ve neredeyse sadece “jeopolitik-jeostratejik” bir bakış açısıyla Esad yanlısı tutum alan kimi sol çevreler, sorun, içinde yaşadıkları ülke olunca, haklar ve özgürlükler konusunda son derece farklı davranabilmekte; Batı kaynaklı eleştirilere “hoşgörüyle” bakabilmekteler!

Ancak yine de erken konuşmamakta fayda var. Bugünkü o çok komik Yiğit Bulut örneğini saymazsak, henüz hükümetin “antiemperyalizm” gerekçesiyle Batı’ya karşı savunulması gerektiğini açık açık söyleyen kimseler yok. Ancak yine de belli olmaz, küçük burjuva solculuğunun dışarıda jeopolitik, içeride ise milliyetçi antiemperyalizm anlayışının yarın öbür gün nerelere varacağını bugünden kestirmek zor!

Denize düşenler, yancılar ve devrimci sosyalistler…

Kimi durumlarda ulusal ve siyasal baskı altındaki kitlelerin, başlarındaki diktatörlerin şerrinden korunabilmek için çaresizlikten “denize düşenin yılana sarılması” misali “emperyalist demokrasilerin” ve diğer bölgesel gericiliklerin desteğini kurtarıcı olarak görmeleri bilinen bir durum. Ancak Batı’nın, tamamen haklı, meşru sosyal ve siyasal taleplerle ayaklanan kitlelere, kendi hesapları doğrultusunda maddi veya manevi destek vermesi o hareketin emperyalizm tarafından “yaratıldığı” anlamına gelmiyor. Aynı şekilde kitlelerin ayaklandıkları burjuva diktatörlerin yine kendi hesapları doğrultusundaki Batı karşıtlıklarından “devrimci, antiemperyalist” anlamlar çıkarmamız gerekmiyor. Devrimci tavır, bütün bu uluslararası ve ulusal gericiliklerden uzak, jeopolitik-jeostratejik değil devrimci-sınıfsal bakış açısını esas alan bağımsız bir tavır olmak zorunda. Burada sözü edilen “bağımsızlık” halka ve olaylara değil egemen güçlere uzak duran, düşman sınıfların dümen suyuna girmeyen sınıfsal bir bağımsızlıktır. Çok açıktır ki emperyalist bir işgal durumunda devrimci sosyalistlerin görevi, işgalcilere karşı gerektiğinde “şeytanla” bile “eylem birliği” yapmaktır; ancak bu sınırları, süresi ve amacı belirli, tamamen taktik bir birliktir. Hiçbir biçimde “şeytanla” stratejik işbirliğini, “şeytanın aslında antiemperyalist ve ilerici olduğunun” propagandasını yapmamızı gerektirmez. Sosyalistlerin böyle bir durumda temel görevi emperyalizme karşı mücadelenin asıl gücünü oluşturan emekçi kitleleri iktidarı almaları doğrultusunda eğitip örgütlemektir. Bu aynı zamanda burjuvazinin şu veya bu kanadının yeniden iktidarı ele geçirmesini engellemenin de tek yoludur. Amaç, halk hareketini burjuva gericiliğine teslim etmemektir.

Ancak ne yazık ki ortada hazin bir tablo var! Büyük tarihsel olaylarda kitleleri örgütlemek gibi ağır bir görevi olan sosyalistlerin durumu Ortadoğu’daki bütün diğer güçlerle mukayese edildiğinde içler acısıdır. Sol, geçmişte sınıf işbirlikçisi çizgisiyle işçi sınıfını “radikal” küçük burjuva diktatörlüklerine teslim ederken kendi sonunu da hazırlamış ve Ortadoğu’nun pek çok ülkesinde “sosyal adalet” mücadelesinin bayrağını İslamcılara teslim etmiştir. Bunun bedelini bugün o ülkelerin işçi ve emekçileri ve bin bir güçlükle mücadele etmeye, örgütlemeye ve örgütlenmeye çalışan devrimci sosyalistleri ödüyor. “Geleneksel” solun konumu, çatışan burjuva güçlerin “yancısı” olmanın ötesine geçemiyor. Sınıfsal-ideolojik-politik temelleri nedeniyle bu küçük burjuva solu hemen her örnekte aynı işbirlikçi tavrı gösteriyor; bu nedenle de miadını tamamlamış gerici despotların, çürümüş polis rejimlerinin peşinde onlarla birlikte yok oluyor. Bunu aynı zamanda gerçeklikle ilgisi olmayan sahte bir “emperyalizm karşıtlığı” ve “ilericilik” adına, iş, ekmek, eşitlik, adalet ve özgürlük isteyen halkın uzağında durarak, bazen ona düşmanca bakarak yapıyor. Bu tavır pek çok örnekte mücadelelerin, devrimlerin burjuvaziye, İslamcılara teslim edilmesini, “çalınmasını” ve tasfiye edilmesini kolaylaştırıyor. Oysa bu ülkelerde sosyalist bir alternatifin inşası diktatörlerin yanında yer alarak değil, kitle hareketinin içinde mücadele ederek mümkün. Devrimci sosyalizm, her tarihsel mücadeleyi işçi ve emekçilerin lehine çevirmek; milyonlarca emekçinin katıldığı kitle hareketlerini, halk ayaklanmalarını, o andaki önderliği kimin elinde olursa olsun, devrimci bir tarzda dönüştürmek için mücadele etmek zorunda. Devrimci bir önderliğin ve bağımsız kitle öz örgütlenmelerinin yokluğunda toplumun “yerleşik güçlerinin”, hiç de
devrimci olmadıkları halde bir devrime el koymaları ve onu yolundan çıkarmaları mümkündür. İçinde hemen her kesimin yer aldığı büyük toplumsal hareketlerin devrimci damarını hak, adalet, özgürlük ve eşitlik talebiyle harekete geçen emekçi kitlelerin eylemi oluşturur. Kitle eylemlerine devrimci karakterini veren, “eski düzen onlar için katlanılmaz bir hal aldığında tarihsel olaylara doğrudan müdahale eden kitlelerin, mücadeleleriyle yeni bir düzenin başlangıç ortamını yaratmalarıdır.” Bugün Ortadoğu ülkelerinde yaşananlar bu anlamda bir devrimdir. Ancak her devrimin kaderi nihayetinde politik önderlikler tarafından belirlenir. “Başlangıç ortamının” nereye doğru evrileceği tamamen buna bağlıdır. Tarih bu nedenle yenilmiş, yarım kalmış, sonunda egemen sınıfın çeşitli fraksiyonlarınca el konulmuş, gasp edilmiş, birer karşıdevrime dönüşmüş devrimlerle doludur. Emekçi halkın saflarında bir devrimin kaderini belirleyecek önderlik mücadelesine girmek yerine halkın isyan ettiği bir burjuva-polis rejiminin yandaşı bile değil, “yancısı”olmak devrimci sosyalistlerin tavrı olamaz. Üstelik bunu Suriye rejiminin ağzıyla yapmak, emperyalist politikaları ve cihatçı-şeriatçı güçleri bahane ederek tabanını emekçilerin oluşturduğu bütün bir halk hareketini “İslamcı-terörist” ilan eden, hareketin içinde, onun devrimci damarını oluşturan, gerçek bir demokrasi talep eden devrimci, sosyalist, seküler grupları, rejimle işbirliği halindeki “Komünist Partileri” terk ederek devrime katılan militanları, yerel planda direnişi örgütleyen, halkın ihtiyaçlarını temin etmeye çalışan koordinasyon komitelerini, ittifakları, emperyalist bir müdahaleye kesinlikle karşı çıkan, cihatçılarla mücadele eden güçleri görmezden gelmek, eğer Baasçı bir kötü niyetten kaynaklanmıyorsa tam bir aymazlıktır.

Devrimci refleksini kaybetmek

Sol, geniş kesimleri itibarıyla devrimci reflekslerini kaybetmiştir. Bunlar, tarihsel olaylarda küçük burjuva bakış açıları ve hatta “ulusalcı ve laik” içgüdüleri ile tutum alıyorlar. Üstelik her zaman “olayların kendilerini haklı çıkardığını” ileri sürerek. Oysa neredeyse hiçbir dedikleri çıkmıyor! Son üç yıl boyunca genellikle bir emperyalist komplo ve “dizayn” planı (BOP) olarak gördükleri Kuzey Afrika-Ortadoğu devrimci dalgasına ilişkin öne sürdükleri hemen hemen bütün iddialar isabetsizdir. Ne Mısır’da üç yıldır yaşananlar; ne Suriye’ye (bugün yarın) emperyalist askeri müdahale beklentisi, ne “Suriye muhalefetinin” yapısı ve silahlı çatışmaya varan iç çelişkileri, ne ABD-Türkiye ilişkileri ve iki devletin bölgeye ilişkin anlaşmazlıkları ne de ABD-İran ilişkilerindeki gelişmeler konusunda doğru bir kestirimde bulunmuşlardır. Unutulmaması gereken bir başka husus da “solcuların” önemli bir kısmının Rojava’da bugün gerçekleşmekte olanulusal devriminilk işaretlerini verdiği 2004 halk ayaklanmasını, “ABD’nin ‘Kürtleri kullanarak bölgeyi dizayn etme ve büyük Kürdistan’ projesi” olarak görmüş olmalarıdır. Çünkü Suriye’deki “ilerici ve laik” polis devletine baş kaldıran herkesin ardında mutlaka emperyalizm vardır!

Rejime karşı mücadele eden devrimcilerden Yasin al-Haj Salih, iki çeşit faşizme karşı mücadele ettiklerini, bunlardan birinin cihatçı-Kaideci İslamcılar, diğerinin Esad güçleri olduğunu söylüyordu. Bir daha hatırlatalım, Suriye’de cihatçıların veya emperyalizm ve bölge gericilikleri tarafından desteklenen burjuva önderliklerin dışında, hiçbir devletin desteklemediği, içinde devrimci, sosyalist, solcu grupların yer aldığı, bir emperyalist askeri müdahaleye şiddetle karşı çıkan, Kürtlerin ve azınlıkların haklarını sonuna kadar savunan, her türlü mezhepçiliğe uzak, “İslamcılık”la falan ilgisi olmayan, üstelik İslamcıların baskısı altında, kimsenin silah ve para yardımı yapmadığı, çoğu silahsız geniş bir kitle var. Üstelik yine Baas rejimine karşı, ayaklanmanın ilk döneminde sokağa çıkan, ancak çatışmaların aldığı biçimin ve devrimi gasp etmek isteyen radikal İslamcıların müdahalesinin etkisiyle geri çekilen veya siyasi demokrasiye müzakere ve uzlaşma yoluyla ulaşmayı deneyen muhalif güçler de var. Ulusalcı-laik “sol” kronik Baasçılığının bir sonucu olarak bütün bunları kasıtlı bir biçimde görmezden geliyor. Evet, Cenevre’de kim neyin pazarlığını yapar, kim neyi satar bilinmez, ancak Suriye’deki büyük halk hareketinin siyasi ve toplumsal özgürlükleri savunan devrimci-demokratik bir damarı vardır. Bu damar, bugünkü siyasi-askeri gücü ne olursa olsun Suriye ve Ortadoğu devrimini temsil etmektedir. Desteğimiz Suriye’nin devrimci geleceğine ve bunun için savaşan gerçek devrimci güçlere; ve her şeyden önce Baas diktatörlüğüne karşı mücadelenin asıl tabanını oluşturan milyonlarca Suriyeli emekçiye…

Tutumumuzu belirleyecek olan, her şeye kadir bir emperyalizm ve şeriat korkusu değil, isyan eden halkların iş, ekmek, eşitlik ve özgürlük talepleridir. Yerimiz Esadların, Kaddafilerin, Yanukoviçlerin, Putinlerin ve diğer sahte emperyalizm karşıtlarının değil özgürlükleri için başkaldıran emekçilerin yanıdır.

*Analist. Kayırmacılığın Esareti Altındaki Suriye Ekonomisi. Osman Bahadır Dinçer-Gamze Coşkun

Yorumlar kapalıdır.