Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve Doğu Bloku’nun dağılmasının üzerinden yirmi beş yılı aşkın bir zaman geçti. Tarih kitaplarında, seferberlik halindeki kitlelerin yıktığı Lenin heykellerinin fotoğrafları eşliğinde anlatılan bu olgu, geçtiğimiz günlerde Kiev’de eylemcilerin bir Lenin heykelini yıkmasıyla tekrar kendini hatırlattı. Yirmi beş sene insan hayatı açısından görece uzun bir zaman olsa da , insanlık tarihi açısından bakıldığında küçük bir zaman dilimi. Birbiriyle doğrudan bağıntılı olan iki tarihsel momentin Lenin’in heykeliyle işaretlenmiş olması bir tesadüf olmadığı gibi , tarihin bir cilvesi* olarak da görülebilir. Lenin ve heykeli “zamanın ruhunu” belirginleştirmektedir.
Zaman ruhu (zeitgeist) kavramı esas olarak Fransız Devrimi’nin etkisi altındaki Fransa’nın düşünsel atmosferinin bir ürünü olsa da, bugünkü anlam ve içeriğine kavuşması Alman filozof Hegel ile mümkün olabilmiştir. “Zamanın ruhu”, felsefi bir kavram olarak 18. yüzyıl sonu ve 19. yüzyıl başında hızla kapitalistleşen Avrupa’nın içinde bulunduğu, geçmişten henüz tam anlamıyla kopamamış fakat maddi koşulların zorlamasıyla başka bir gelecek beklentisinin, umudunun da belirginleştiği bir geçiş döneminin en yüksek ifadesidir. Bu dönemde, yeni bir şeylerin olacağı “sezilmekte” ve aynı zamanda bizzat maddi güçler tarafından hazırlanmaktadır da. Bu bağlamda, Ukrayna’daki politik atmosfer ise çağımızda sınıf çatışmalarının fay hatlarını bir kez daha belirginleştirmektedir.
Sınırların ülkesi
Slav dilinde “sınır ülkesi” anlamına geldiği söylenen “Ukrayna” isminin Rusça’da “kenar-köşe” anlamına gelen bir sözcükten türetildiği de iddia edilmektedir. Her ne olursa olsun, Ukrayna’nın coğrafi, ekonomik, politik ve sosyal olarak sınırların günden güne belirginleştiği bir ülke haline geldiğini söylemek mümkün. 2009 verilerine göre Ukrayna’nın en çok ithalat yaptığı ülke yaklaşık 13 milyar dolarla Rusya. Onu, yaklaşık 4 milyar dolarla Almanya ve 3 milyar dolarla Çin takip ediyor. İhracat rakamlarında ise yine 8,5 milyar dolarla Rusya başı çekmekte. 2004 yılındaki başkanlık seçimlerinde gündeme gelen yolsuzluk iddiaları üzerine yaşanan siyasi kriz ve yenilenen seçimle, bugünkü başkan Viktor Yanukoviç’i alt ederek, iktidara gelen batı yanlısı Viktor Yuşçenko ile beraber AB’nin Ukrayna’ya yaptığı ihracat oranları da iki katından fazla arttı ve 2004-2008 arası dönemde, 25 milyar avro seviyelerine ulaştı. Rakamları somutlaştıracak olursak, son yıllarda Ukrayna ekonomisinin ağırlık merkezinin Rusya’dan AB’ye doğru kaymakta olduğunu söyleyebiliriz. Buna bağlı olarak, geçtiğimiz Kasım ayında AB ile imzalanacak serbest ticaret anlaşmasının Ukrayna parlamentosunda reddedilmiş olması birçoklarının kafasını karıştıran bir seferberliğin de fitilini ateşledi.
Esas itibariyle Rusya’nın kontrolündeki enerji sektörünün “rekabete açık” hale getirilmesi ve yeni serbest ticaret bölgelerinin kurulmasını hedefleyen ve dolayısıyla AB emperyalizminin, kırkta biri büyüklüğündeki bir ülke ekonomisini teslim alması anlamına gelecek bir anlaşmanın reddedilmesi Ukrayna halkı için olumlu bir gelişme. Fakat burada unutulmaması gereken nokta ülkenin Rus yayılmacılığı ile AB emperyalizmi arasında sallanmakta olduğu. SSCB’nin dağılmasının ardından özelleştirme adı altında peşkeş çekilen kamu kaynaklarıyla zengin olan oligarklar, serbest ticaret bölgelerinin sağladığı imtiyazlardan faydalanarak on milyarlarca dolarlık yeraltı ve yer üstü zenginliğini ülke dışına çıkarıp (istatistik diliyle ithal edip) daha sonra da elde ettikleri kârları offshore hesaplara aktarıyorlar. Bu sayede, şirketlerini kâr etmemiş gibi gösterebiliyor ve dolayısıyla vergiden muaf oluyorlar. Bu zenginliğin paylaşımı meselesi ise iktisadi ve politik sonuçlar doğuruyor. Ukrayna’nın en zengin insanlarından biri olan sabık dolandırıcı eski başbakan Yuliya Timoşenko 2009 yılında Ukrayna enerji şirketi Naftogaz’ın Rusya ile yaptığı bir anlaşma için zimmetine para geçirmekle suçlandı ve 2012’de 7 yıl hapse mahkum oldu. Bu tarz örneklerin çoğaltılması mümkün. Son olarak Ukrayna Devlet Başkanı’nın oğlunun kişisel servetinin de babasının iktidarda olduğu dönemde muazzam artış göstererek yarım milyar dolara çıktığını söyleyelim.
Burjuvazi ve onun yöneticileri içindeki bu kokuşmuşluğun, her geçen gün ağırlaşan yaşam koşullarına katlanmak zorunda kalan Ukrayna halkı açısından dayanılmaz bir hal aldığını görmek için müneccim olmaya gerek yok. Ancak sosyal patlamayı neyin tetikleyeceğini önceden bilmek de aynı oranda güç. Nitekim, bu kokuşmuşluktan kurtulma hedefiyle, yani siyasal demokrasi isteğiyle sokağa çıkan insanların rejimin vurucu gücü “Berkut” tarafından kamusal alanda işkenceden geçirilmesinin ardından büyüyen olayların başlangıcında AB bayraklarının sallanıyor olması, otomatik olarak o hareketi AB yanlısı bir hareket yapmaz. Bu noktada; hareketin önderleriyle kitleler arasında bir ayrım yapmak mecburiyetindeyiz.
Tetiği çekilmemiş bir revolver
Hükümetin çıkardığı ve izinsiz tüm gösterileri yasaklayan, katılanları da “terörist” ilan eden yasa üzerine yeniden alevlenen çatışmalarda radikal biçimde rejim güçleriyle mücadele eden, başta hükümet binaları olmak üzere kamu binalarını ve kamusal alanları işgal eden, buraları rejim güçlerine karşı savunan kitleler, Başbakan ve kabinesinin istifasını sağlamış durumda. Geri çekilen bu yasayla beraber hükümetin Ukrayna Komünist Partisi’nin de desteğini alarak çıkardığı, “barikatları kuran” ve “kamu binalarını işgal edenleri” hariç tutan af yasası ise doğal olarak, kitleleri durdurmayı başaramadı.
Bu noktada, 1 Ocak’ta binlerce kişinin katıldığı meşaleli yürüyüşle güç gösterisinde bulunan faşist Svoboda (Özgürlük) partisine değinmemiz gerekiyor.
Özellikle sol basında, Alman stratejik araştırma kuruluşlarının dergilerinden yapılan afilli alıntılarla desteklenen “AB faşizmi destekliyor!” türünden söylevler sıkça görülür oldu. Dün Suriye’de sadece İslamcılar ve emperyalizmin “kumpaslarını” görüp devrimin boğazlanmasına çanak tutanlar bugün, faşist parti ve AB bayraklarına bakarak kitleleri yanlızlaştırıyorlar. Svoboda’nın “özgürlükten” kastı elbette ve sadece Rus yayılmacılığından bir kopuş. Bu anlamda AB’nin faşizmi, özellikle politik krizlerin hakim olduğu çeper ülkelerden başlayarak ve tabii ki kendi çıkarı doğrultusunda desteklemeye yönelebileceğini söyleyebiliriz. Fakat, sadece bunu söylemek ve susmak açıkça kitlelere ihanet anlamına gelir!
Başa dönecek olursak, Lenin’in “emperyalizmden devrimci bir kopuş” ilkesi etrafında şekillenen politik programatik hattı ile onun yıkılmakta olan heykelleri “zamanımızın ruhunu” belirlemektedir. Geçmişten tam anlamıyla kopamayan kitleler henüz hâlâ Lenin heykellerine saldırmaktadır. Maddi koşullar ise Leninist esaslara göre örgütlenmiş bir dünya partisinin inşasını dayatmaktadır. 25 yıl önce devrimci bir program ve partiden yoksun Sovyet işçilerinin baskıcı rejimi simgeleyen sembollere saldırması onları sosyalizmin düşmanı yapmaz. Aksine o gün boşluğu gören ve doldurmayı başaran burjuvazi iliklerine kadar sosyalizme ve sosyalistlere düşmandır. 25 yıl gibi kısa bir zaman sonra aynı heykellerin başında kitleler toplanmaya başladığında bayraklarda orak çekiç yerine gamalı haç varsa, bu Stalinizm’in ve devamcılarının tarihsel yanlışlarıyla beraber, devrimcilerin de bu boşluğu doldurmayı başaramadıklarının kanıtıdır. Fotoğrafın çekildiği günlerde, Ukrayna savunma bakanı başkanlığında toplanan kuvvet komutanları devlet başkanı Yanukoviç’e acilen siyasi krizi çözecek adımları atma çağrısında bulundu. Özetle, burjuvazi açısından tüm seçenekler masada dururken, devrimci bir seçenek için aynı şeyleri söylemek mümkün değil. Ukrayna, fotoğraftaki gibi henüz tetiği çekilmemiş bir revolvere benziyor. Silahı kimin tuttuğunu ise strateji kuruluşları değil mücadele belirleyecek.
* “Tecellî” kelimesi ile aynı kökten gelir ve gizli olanın açığa çıkması, görünür olması, belirginleşmesi anlamına gelmektedir.
Yorumlar kapalıdır.