Seçim sonuçları demokratik hayallere yol açmamalı
Seçim sonuçlarının açıklanmasına başlanmasıyla birlikte, AKP hükümetlerinden ve özellikle de hodbin Erdoğan’dan yaka silkmiş olan toplum kesimlerinde büyük bir çoşku yaşanır oldu. Bu anlaşılır sevinç şimdi yerini meraklı bir “nasıl bir koalisyon?” ya da “erken seçim mi?” tartışmalarına bırakıyor. Yeni parlamentonun ülkedeki siyasi gelişmeler üzerinde belirleyici bir etkisinin olacağı bir gerçek, ama unutmamamız gereken bir nokta var: Bu parlamentoda işçi sınıfı kendi bağımsız kimliğiyle yer almıyor. Bu da, emekçi yığınların rejimin geleceğinin belirlenmesi açısından hâlâ sınırlı parametreler içinde hareket etmekte olduklarına işaret ediyor.
Devrimci Marksistler olarak bizler seçimlerde Kürt özgürlük mücadelesini desteklemek amacıyla HDP’ye oy vereceğimizi söylemiş ve tüm işçileri ve emekçileri bu doğrultuda davranmaya davet etmiştik. Bu tutumumuzda burjuva demokrasisine en küçük bir güven duygusu ya da oyu söz konusu değildi. Oysa bugünlerde demokratik çevrelerde, HDP’nin yüzde on barajını aşarak 80 milletvekiliyle meclise girmesinin ve dolayısıyla da AKP’nin anayasayı tek başına değiştirecek (hatta tek başına hükümet kuracak) güce ulaşamamasının Erdoğan’ın “diktatörlük” hevesini boşa çıkarması nedeniyle, büyük bir “demokratik zafer” sevinçi hakim olmuş durumda. Bu demokrasi yanılsamasına karşı işçileri ve emekçileri uyarmamız gerekiyor.
Ülkede egemen olan yarı Bonapartist rejimi, kendi denetimi altında tümüyle oligarşik bir polis-asker diktatörlüğüne dönüştürme çabasındaki Erdoğan’ın bu projesinin önünün şimdilik kesildiği bir gerçek. Ama bu durumun, Bonapartist yapının ters yönde, demokratik bir cumhuriyete doğru evireceğine ilişkin beklentiler sadece hayalci değil, ama aynı zamanda işçi sınıfı içinde kafa karışıklıklarına da yol açabilecek nitelikte. Burjuva demokrasilerinde bir kişi-bir oy mekanizması halk kitleleri için zaman zaman ferahlatıcı sonuçlara yol açabilir, ama rejimin karakteri üzerinde dönüştürücü sonuçlar yaratacağını düşünebilmek için sınıf mücadeleleri tarihinden hiçbir şey anlamıyor olmak gerekir.
Rejimlerin Bonapartist karakteri (“halk egemenliğinin” üzerinde kapitalist işlerliğin güvencesini sağlayan ve “seçilmemişlerden” oluşan baskı kurumlarının -ordu, polis, vs- bulunması), seçimle işbaşına gelen hükümetlerin ya da başkanların ideolojik ve/veya politik iradesinden değil, burjuvazi için değer yasasının (sömürü sisteminin) korunması gerekliliğinden kaynaklanır. Toplumsal çelişkilerin patlamalı sonuçlara yol açabildiği Türkiye gibi bağımlı, yarı sömürge ülkelerde Bonapartist özerllikler daha fazla ön plana çıkar, ve hatta çok iyi bildiğimiz gibi, askeri diktatörlüklerin oluşmasına yol açabilir.
HDP’nin zaferine ve AKP’nin planlarının yarı yolda kalmasına rağmen, verili parlamenter sistemin, rejimin burjuvazinin ihtiyaçlarından doğan bu baskıcı karakterini hayallerde oluşturulan bir “demokratik” sisteme doğru dönüştürebilmesi olanaklı değildir. Bu anlamda demokrasi, burjuvazi açısından 19. yüzyılda kalmış, eskimiş bir sistemdir. Bu eski ütopyayı şimdi sadece sınıf mücadelesinden ürken küçük burjuva demokratlar ve reformistler savunuyor. Ve onların bu hayalleri, işçi sınıfı arasında bilinç bulanıklığı yaratmaktan başka bir işe yaramıyor.
Kuşkusuz demokratik haklar için mücadele etmeliyiz ve ediyoruz, zira bu alandaki her yeni başarı işçilerin ve emekçilerin yaşam ve mücadele koşullarının biraz da olsa iyileşmesine yardımcı oluyor. AKP’nin tek başına iktidar olamaması ve Erdoğan’ın eli altında bir kukla hükümet bulundurma imkanından yoksun kalması, kitleler üzerindeki yoğun baskının hafiflemesine yol açabilecektir. Üstelik HDP’nin büyük başarısı Kürt kitlelere olduğu kadar ülkenin Batısındaki ilerici ve devrimci güçlere de yeni bir mücadele dinamiği kazandıracaktır. Bu dinamiklerin çerçevesinde seçim, güvenlik ve sendika yasalarında baskıcı öğelerin temizlenmesi, Kürt halkının meşru demokratik haklarının tanınması, yargının yürütmenin denetiminden çıkarılması, yeni bir anayasa tartışmasının tüm kitleler nezdinde başlatılması gibi demokratik taleplerin yanı sıra, ekonomik ve sosyal istemler de önem kazanacaktır.
Ama rejimin baskıcı Bonapartist niteliğinin gerçek anlamda ilgası esas olarak emperyalizme olan siyasi ve ekonomik bağımlılığın koparılmasından (NATO’dan çıkılması, AB ile ilişkilerin kesilmesinden, çokuluslu şirketlerin millileştirilmesi, vb), Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkının (ayrılma dahil) hayata geçirilmesinden, egemen oligarşinin tasfiyesinden ve rejimin işçi ve emekçi örgütlerine dayalı olarak yeniden yapılandırılmasından geçiyor. Arkasında burjuva devletin Bonapartist güçlerinin bekçilik yaptığı hiçbir parlamento ya da onun oluşturacağı bir anayasa bunu gerçekleştiremez.
Yeni parlamentoyla birlikte açılan yeni sürecin yol açacağı olasılıkları elbette inceleyeceğiz, parti taktiklerimizi ve sloganlarımızı buna göre oluşturacağız. Ama her şeyden önce Erdoğan’ın yenilgisinin rejimin bir bütün olarak demokratikleşeceği gibisinden yanılsamalara ve gerçek dışı hayallere yol açmaması gerektiğini işçilere ve emekçilere ısrarla anlatmamız gerekiyor. Metal direnişleriyle birlikte sınıf mücadelesinin yeni bir sürecin eşiğine ulaştığı bir dönemde bu görev özel bir önem kazanıyor.
Yorumlar kapalıdır.