Uluslararası İslamcı faşist hareket olarak IŞİD

IŞİD olgusunun son bir yıl içinde hızla yaygınlaşması ve merkezi Ortadoğu’da, kolonileri Kuzey Afrika’da ve Asya’da bulunan bir “devlet” haline dönüşmesi Doğu’da ve Batı’da politik İslam üzerine kafa yoran pek çok çevreyi şaşkınlığa uğrattı diyebiliriz. Şeriatçı hareket bugüne değin esas olarak ulusal sınırlar içinde kalmış ve tekil ülkeler içinde iktidar mücadelesi vermeyi yeğlemiş, hatta bazı yerlerde, örneğin Afganistan’da, iktidar bile olmuştu. Balkanlar’da ve Kafkasya’da bazı dayanışmacı “uluslararası İslami tugaylara” rastlanmış olmakla birlikte bunlar temelde “ulusal” hareket olmanın ötesine geçememişlerdi. Bugün ise IŞİD özelinde yepyeni bir “uluslararası” İslami faşist hareket ile karşı karşıyayız.

Şeriatçı akım için “faşist” tanımını kullanırken, onun 20. yüzyılın ikinci çeyreğinde doğup gelişen İtalyan faşizmi ya da Alman Nazizm’iyle özdeş olduğunu iddia etmiyoruz, elbette aralarında önemli farklar var. Ama bu tanımın şeriatçı İslami hareketin sosyal ve politik özelliklerini belirlemekte yardımcı olacağını düşünüyoruz. Bu hareketin Avrupa kökenli faşist hareketlere olan benzerliği, hepsinin birlikte uyguladığı vahşetin, barbarlığın ve soykırımın ötesinde, kitlelerin uzun erimli ve derin ekonomik ve toplumsal krize verdikleri yanıtta yatıyor.

Şeriatçı hareketler, baskıcı ve diktatoryal ülkelerdeki orta sınıflar arasında ve yoksul halk kesimlerinin en alt katmanlarında kendilerine taraftar kitleler buldular. Bu ülkelerdeki komünist ve sosyalist partilerin Bonapartist rejimlerle işbirlikleri kurdukları bir dönemde, bu kesimler yoksulluklarının ve krizin sorumlusu olarak gördükleri baskıcı hükümetlere karşı mücadelelerinde karşıdevrimci ve faşist karakterli İslamcı akımlarda bir alternatif bulmaya başladılar. Faşizmin bu ülkelerdeki politik ideolojisi, bu kez “ari ırk” değil, İslam’ın ve şeriatın evrensel üstünlüğü üzerine kuruldu. Bu, şeriatçı akımların Cezayir’den Afganistan’a ve Endonezya’ya kadar uzanan bir kuşakta gelişen ilk “ulusalcı” evresiydi. Bu dönemde bu halleriyle de diktatörlük rejimleri karşısında pek çok yenilgi aldılar.

El Kaide, şeriatçı faşizmin bir anlamda “uluslararası” bir uzantısıydı, ama kitlelerden oldukça kopuk bir “enternasyonal gerilla” hareketi olmanın ötesine geçemiyordu. Bu “silahlı propaganda” aşamasının ötesine atlayıp uluslararası bir “halk ordusu” kurmayı ve ona dayalı bir “uluslar ötesi devlet” örgütlemeyi başaran IŞİD oldu. Bu hareketin başlangıçta emperyalizm ve bölge gericilikleri tarafından “kullanılmak” amacıyla beslenmiş olduğu bir gerçek. Ama onun bugünkü gövdesine ulaşmasının asıl nedeni, Arap ve Kuzey Afrika demokratik devrimlerinin kısa bir sürede yavaşlaması, bulundukları aşamada duraklamaları ve bir işçi-emekçi alternatifine doğru ilerleyememeleriydi.

Arap devrimlerinin iki özelliği bu süreçte belirleyici oldu. Birincisi, devrimlerin patlak vermesine neden olan acil ve demokratik taleplerin (iş, ekmek, özgürlük) hayata geçirilebilmesi, devrimin o demokratik aşamada durmasıyla olanaklı değildi. Oysa Tunus, Mısır, Libya, Yemen gibi ülkelerde diktatörler devrildikten sonra emperyalizm ve demokratik gerici İhvan tipi İslamcılar rejimi kurtarabilmek amacıyla kitlelerin isyanını durdurabilmek için ellerinden geleni yaptılar. İşin daha vahimi, bu ülkelerdeki sosyalist ve laik sol akımlar da “önce demokrasi” gibisinden bir anlayışla bir işçi-emekçi alternatifi geliştirmekten dikkatle uzak durdular. Böylece duraklayan devrimler, ekonomik ve toplumsal krizin sürmesi koşullarında şeriatçıların güçlenmesinin zeminini yarattı. Tıpkı Almanya’da sosyal demokrasinin burjuva demokratik söyleminin ve Stalinist komünist partinin devrimden şiddetle kaçmasının kitlelerin radikal çözümler öneren Nazi partisine yönelmelerine yol açmış olduğu gibi.

Arap devrimlerinin ikinci önemli özelliği de onun bölge çapında uluslararası bir dinamik yaratmış olmasıydı. Devrimler kısa sürede bir ülkeden diğerine sıçramakla kalmadı, bu ülkelerin sosyal ve ekonomik benzerlikleri kitlelerin çok benzer, hatta aynı talepler etrafında toplanmalarını ve seferber olmalarını sağladı. Ama Arap devrimi enternasyonal bir karakter kazanırken, sadece bu ülkelerdeki sol ve sosyal demokrat hareketler bu karakterde bir örgütlenmeye yönelmemekle kalmadılar, daha da kötüsü (Troçkizmin dışında) uluslararası devrimci ve sosyalist akımlar Arap devrimlerini bu ölçekte desteklemek için ciddi bir girişimde bulunmadılar. Hatta eski Stalinist ve laik sosyal demokrat partilerin büyük bir çoğunluğu, Arap devrimlerini “emperyalizmin bir oyunu” olarak görerek diktatörlük rejimlerini desteklemeye yöneldiler. (Bu tavrın en iğrenç görüntüsü de TKP’nin Başşer Esad’a “Boyun Eğme” pankartı sunduğu fotoğrafıydı.) Kitleleri uluslararası ölçekte birleştirmeye yönelen ve dünyanın her tarafından taraftar toplamaya başlayan ise şeriatçı faşizm oldu.

IŞİD faşizmi işte Arap devrimlerin bu özelliklerinden yararlanarak, kitlelere radikal ve uluslararası çözümler sunan bir seçenek olarak hızla güçlendi, “devletleşti”. Bugün, Kürt halkının önderliğinde bu barbarlığa karşı kahramanca bir mücadele veriliyor. Tüm gücümüzle bu mücadeleyi destekliyoruz. Ama şeriatçı faşizm sadece bu bölgeyle sınırlı değil, Afrika’nın ortalarından Asya’nın doğusuna kadar uzanan bir akım olarak varlığını sürdürüyor. Daha önemlisi, İslam ülkelerindeki emperyalizm işbirlikçisi diktatörlük rejimleri, hatta burjuva demokratik görünümlü yarı Bonapartist laik ya da “ılımlı” İslamcı hükümetler var oldukça, verili ekonomik ve sosyal kriz koşullarında şeriatçı faşizmin güçlenmesi kaçınılmazdır.

Bu nedenle IŞİD ve benzeri akımların asıl yenilgisi, Arap devrimlerini sosyalizme doğru ilerletebilecek enternasyonalist devrimci bir önderliğin geliştirilebilmesi ve bunun kitlelerin desteğini sağlayabilmesiyle olanaklı olacaktır.

Yorumlar kapalıdır.