Jeremy Corbyn’in zaferi: Olanaklar ve sınırlar

İngiltere’de İşçi Partisi, Mayıs ayında yapılan seçimlerde büyük bir hezimete uğramış, bu yenilginin ardından Genel Başkan Ed Miliband istifa edince, önderlik boşluğunun doldurulması üzerine tartışmalar gerçekleşmeye başlamıştı. 232 milletvekiline sahip İşçi Partisi içerisinde yönetime muhalif 9 milletvekillik bir “sosyalist” grubun başını çeken Jeremy Corbyn’in önderlik seçimlerinden – hem de oyların %60’ını alıp, parti içi seçimlerin tarihsel rekorunu kırarak – birincilikle çıkması, hem ulusal hem de uluslararası anlamda bir depreme yol açtı.
Öncelikle belirtmek gerekir: Corbyn’in zaferinin tek nedeni, Mayıs ayındaki seçimlerde alınan yenilgi değil. Financial Times’ın politika editörü Philip Stephens’in, Corbyn seçilmeden önce yayınlanan yazısının başlığı “Corbyn seçilirse bankacıları suçlayın” idi. Finans kapitalin bu meşhur dergisinin önde gelen yazarlarından olan Stephens haklı. Syriza, Podemos, Corbyn ve şimdi de ABD seçimleri yaklaşırken söyleminin “radikalliği” ile kitleleri kazanması muhtemel olan “sosyalist” aday Bernie Sanders vakalarının, hem ekonomide hem de toplumsal alanda kaynaklarını bulabileceğimiz bir kronik kriz mevcut.

Corbyn kampanyasının merkezine işçileri, kadınları ve gençleri koydu. Seçim zaferinin nesnel dayanaklarını oluşturan da Mayıs yenilgisinden çok, 2008 krizinin ardından kemer sıkma politikalarıyla ücretsiz nefes dahi alamayacak duruma gelmiş olan emekçilerin öfkeleri. İngiltere emekçi sınıfları, bankacıların politikalarının sonuçlarını çok ağır bedeller ödeyerek yaşadı. Mayıs ayındaki ulusal seçimlerde, kemer sıkma barbarlığına ve bankaların ekonomi politikalarına karşı ses çıkarmış olan tek parti olan İskoçya Ulusal Partisi’nin (SNP), İngiltere işçi sınıfının milliyetçi duygulara sahip kesimlerinden dahi yüksek oranda oylar alarak tarihsel bir aşama atlamış olması tesadüf değil. Ada proletaryasının şu anda sıkılacak bir kemeri bile kalmadı ve elbette sanayi merkezlerinde bu durum, geniş bir hoşnutsuzluk ile ifade ediliyor.

Seneler boyunca Thatcher ile işbirliği içerisinde İşçi Parti’sini, karışı-devrimci ekonomik saldırıların başarılı birer aparatı haline getiren Tony Blair’in çabaları, Muhafazakar Parti’den Maliye Bakanı Osborn’a göre “12 ayda yok oldu”. Pekiyi bu gerçekten doğru mu? Ne var ki, bir partinin genel başkanının işçiler tarafından seçilmesiyle, bir partinin işçiler tarafından yönetilmesi arasında kalın bir çizgi var. Thatcher’ın “en büyük başarım” diye bahsettiği Blair döneminin İşçi Partisi’ni emperyalist askeri operasyonlar ve işgaller organize edecek derecede karşı-devrimin kucağına itmiş olduğu bir gerçek. Sermayenin ihtiyaçları uyarınca hareket eden Blair önderliğindeki İşçi Partisi, bu amaca hizmet eden kendi kurumlarını yaratmada başarılı olmuştu. Bu noktada Corbyn’in derli toplu devrimci bir programa ve bu programı hayata geçirecek parti içi gerekli kurumlara sahip olmayışı (ve ilerde belki de bunları inşa etmeye dönük girişimleri soldan kriminalize etmeye çalışabilecek olması), soru işaretleri doğuruyor. Corbyn’in “parti bürokrasisine karşı mücadele” şiarı genç kadrolar arasında heyecan uyandırsa da ve biçim olarak doğru olsa da, bu mücadelenin içeriğine ve işçi sınıfının gündemlerine dönük bir programın varlığı söz konusu değil. Corbyn gelecek dönemde İngiltere emekçi sınıflarının öfkesini kapitalist kurumların üzerinden çekmek için reformların bankalar üzerinde dönüştürücü etkileri olabileceğini söylemeye başlayabilir.

Corbyn’in zaferi çelişkiler taşıyor taşımasına ancak İngiltere emekçilerinin siyaset sahnesine çıkışı noktasında da geniş alanlar ve olanaklar yaratıyor. Bugün, son 30 senede olduğundan çok daha güçlü bir şekilde, İngiltere emekçileri ile Avrupa (özellikle İspanya ve Yunanistan) proletaryasının ortak sınıf konuları etrafında birleşik mücadele dinamikleri yaratabilmelerinin olanakları ortaya çıkıyor.

Yorumlar kapalıdır.