Korkunun bizi apolitize etmesine izin vermeyelim

Gerçekler kabuslara, kabuslar gerçeklere mi dönüşüyor? Son bir sene içerisinde 7 bombalı saldırıya maruz kaldık. Fırat’ın doğusu ise zaten kan ve göz yaşlarıyla yıkanıyor. Gezi’deki mizahı ve dinamizmi üreten kuşak, korkunun mimarlığını yaptığı siyasal bir atalet durumunun içerisinde. Bizi histerik bir ruh halinin içerisinde konumlandırıp sindiren, yaşantılarımızı terörize eden bütün bombalı saldırılar, çelişkili bir şekilde baskıların, yasakların ve sansürlerin daha da yoğunlaştığı bir sürece kapı aralıyor. Çelişkili bir şekilde çünkü aslında bu saldırıların kendisi ve önlenememesi, bizi yönetmesi için seçtiklerimizin acizliğini ve kontrol edememe krizlerini gözler önüne seriyor.

Bu saldırılar elbette gökten inmedi. Belirli politik süreçlerin sonucunda ortaya çıktı. Potansiyel canlı bombaların istihbarat servislerinin geniş bilgi havuzlarıyla, kolluk kuvvetlerinin geniş çaplı kullanılmasıyla veya polisiye operasyonların hayatın olağan bir parçası haline gelmesiyle etkisiz hale getirilmesi, sorunun çözümüne tekabül etmiyor. Canlı bombalar eylemlerini gerçekleştirebilecekleri nesnel bir zeminin varlığına sahip oldukları sürece, saldırıları devam edecek. Saldırıları yaratan koşullara değil de, saldırıları yapabilecek olan bireylere dönük üretilen bütün önleyici programlar, daha baştan ölü doğmuş olacaklar.

Bombalı eylemler öncelikle, hükümetin dış politika alanında sürdürdüğü çizginin doğal sonuçlarından birisi. Suriye’deki iç savaşa kendi yayılmacı çıkarlarını gözeterek müdahil olmaya çalışan hükümet, sınırların ötesinde benimsediği politikayı bu saldırgan çerçeveye oturtmaya devam ettiği müddetçe, sokaklarda can güvenliğimiz olmayacak. Bugün Suriye halkının sürdürdüğü mücadele, Türkiye toplumunun geniş kesimlerinin özlemini hissettiği yaşanabilir bir hayat kaygısıyla birleşik bir süreç oluşturuyor. İstihbarat servislerinin gerçekleştirebileceği hiçbir yarı-askeri operasyon, bombalı eylemlerin sona erdirilmesi konusunda, Suriyelilerin kazanacağı kalıcı bir zafer kadar etkili olamaz.

Saldırıları yaratan şartların diğer ayağını siyasal iktidarın Doğu illerinde sürdürdüğü savaş oluşturuyor. Bir iç savaş anlamına gelen başkanlık rejiminin tesisi için milliyetçi-muhafazakar kitlelerin aktif desteğine ve geniş muhalif kesimlerin de tarafsızlaşmasına ihtiyaç duyan sarayın, Türk ve Kürt emekçilerini birbirlerine düşürmeyi hedefleyen kara propagandası mevcut korku ikliminin dokusu haline gelmiş vaziyette. İktidarın ajitasyon bürosu gibi çalışan Yeni Akit gazetesinin, Ankara’daki saldırının ardından “Ya başkanlık ya kaos” manşetini atması bir tesadüf değil. AKP kendi eliyle yarattığı enkazın biricik alternatifi olarak gözükmek istiyor. Bunun için de toplumsal bir panik atak halini almış olan konjonktürün kendi siyasal çizgisinin ürünü olmadığına, “yabancı ve yerli mihrakların” komplolarının bir sonucu olduğuna insanları inandırmaya çalışıyor.

Bombaların yol açtığı korku, toplumun üzerinde, bombaların kendisinden daha yıkıcı etkilere sahip. Okullarda dersler iptal ediliyor. Kültürel etkinlikler erteleniyor. Gündelik hayatın uğraşları askıya alınıyor. Paralize oluyoruz. Ne yapacağız peki? Kendimizi dört duvar içine mahkum ederek günü kurtarmaya devam mı edeceğiz? Hayatlarımızı felç eden karanlığın karşısında izole olmayı, yalnızlaşmayı kabullenecek miyiz? Hepimizin yaşamlarının üzerine bir karabasan gibi çöken bombalı saldırıların karşısında parçalanmış psikolojilerimizi, tek başına bırakılmışlığın buhranıyla mı onaracağız? Çığlıklarımızı içimizde atmaya devam edip, öfkemiz histeriye dönüşürken ona eşlik mi edeceğiz? Kendi kendimizi tecrit etmeye,günlerimizi tüketmeye, ödünç alınmış hayatlar yaşamaya, suyun altında nefesimizi tutmaya alışacak mıyız?

Günün sonunda bir kahramanın çıkıp, toplumun üzerinde yükselerek bu kabusa bir son vereceğini sanmayalım. Ulusun kurtarıcısı rolüne soyunan yeni bir despota değil, kendi kollarımıza ihtiyacımız var. Bombalı saldırılara zemin hazırlayan koşulların yaratıcıları sağduyu çağrısı yapıyorlar. George Bernard Shaw, St. John isimli kitabında bir karakterin ağzından sağduyuyu şöyle özetlemişti: “Güneşin dünyanın etrafında döndüğü açık, gözlerini kullan yeterli.” Sağduyuya değil, bizi zincirleyen korku atmosferinin üretildiği yerde kırılmasına ihtiyacımız var. Şu ilişkiyi anlamalıyız: Suriyeli ve Kürt işçilerin ücretleri ne kadar düşük olursa, oransal olarak Türk işçilerin ücretleri de o kadar düşük olacaktır. Suriyeli ve Kürt işçiler hangi yıkım politikalarına maruz kalıyorlarsa, oransal olarak Türk işçiler de bu politikalara maruz kalacaklardır. Suriyeli ve Kürt işçilerin hayatlarına çöken karanlık bulutlar, rüzgarla birlikte Türk işçilerinin gününü de ziyaret edecektir. Bireysel kurtuluşlara yönelen bütün çözüm önerileri, hayatın karşısında çözülüp un ufak olacaktır.

Güzel olan her şey, örgütlenmelidir. Sabah gün ışığı gökyüzünü daha delmeden bizi yataklarımızdan kaldırıp akşamın karanlığı çökünce bizi evimize gönderenler, geleceğimize kendi çıkarları adına Gordion düğümü atanlar, ücretlerimizden kestikleri vergilerle ve harçlarla kendilerine ordular ve karakollar kurup da bizi koruyamayanlar, sarayların ihtiyaçları adına gecekonduların itaat etmesini isteyenler; kısaca karşımızdakiler bizden daha güçlü değiller. Sadece bizden daha örgütlüler.

Yorumlar kapalıdır.