Avrupa Birliği ülkelerine iltica etmek isteyen Suriyeli, Iraklı, Afgan ve Kürt mültecilerin Türkiye’ye iadesi başladı. Yüzlerce ölü vererek Yunanistan kıyılarına ulaşmayı başaranları şimdi korkunç bir kader bekliyor: Bir kısmı Türkiye’deki kamplarda ve kentlerin varoşlarında sefalete mahkûm olacak, diğer bölümü de tekrar her gün bombaların yağdığı kendi ülke topraklarına sürülecek. Emperyalizmin, yayılmacılığın, diktatörlüklerin ve İslami faşizmin neden olduğu kıyımlar nedeniyle kendilerine sığınılacak güvenli bir yer arayan yüz binlerce insan, AB’nin ikiyüzlülüğü sayesinde ve Türkiye hükümeti gibi bizzat kendi halkına karşı savaş politikaları izleyen bir yönetimin aracılığıyla sadece yoksulluğa ve baskılara terk edilmekle kalmıyor, ama aynı zamanda kimsesiz kadınları, yaşlıları ve bebekleriyle birlikte tekrar ateş hattına sürülüyor. 21. yüzyılın en büyük insanlık trajedilerinden birine tanık oluyoruz.
Hep söyleyegeldik: eğer Avrupa insani ve demokratik hakların anayurdu olarak tanınmışsa, bunu Avrupalı işçilerin ve emekçi yığınların kendi burjuva kapitalist yönetimlerine karşı vermiş oldukları ve büyük fedakârlıklar gerektiren mücadelelerine borçludur. Ama bugün bizzat Avrupalı emekçi yığınlar Avrupa Birliği projesi çerçevesindeki büyük bir saldırının altındalar. Yüzyıllar içinde elde ettikleri ekonomik, sosyal ve politik haklar tek tek geri alınmaya çalışılıyor. Ve bu haklardan biri de uluslararası bir kural haline gelmiş olan iltica hakkıdır. Silahlı çatışmalardan veya politik baskılardan kaçan kişilerin güvenlikli bir ülkeye iltica talebi, reddedilemez mutlak ve uluslararası bir haktır. İşte kendilerini demokratik ve evrensel hakların koruyucusu gibi göstermeye çalışan Avrupa hükümetleri, şimdi bir çırpıda bu uluslararası kazanımı da yok ediyorlar. Silahlı çatışmalardan, her gün yağan bombalardan kendilerini ve yavrularını kurtarmaya çalışan insanları toplu olarak sınır dışına sürüyorlar, “Avrupa’nın sınırları” dışına, yani “güvenli ülke” olarak gördükleri Türkiye’ye itiyorlar. Ve de Türkiye hükümetinin bırakın sığınmacıları, bizzat kendi halkı için bile güvenli bir ülke olmadığı gerçeğine gözlerini yumuyorlar. 6 milyar avro karşılığında “sorunun hallini” barbar taşeron AKP hükümetine devrediyorlar. İstedikleri kadar kapı aralıklarında yarım ağızla Erdoğan diktatörlüğünü eleştirsinler, bu ikiyüzlülükleri kendi kamuoyları önünde zevahiri kurtarma çabasından öteye geçmiyor.
Avrupa’da “Birlik” projesi çerçevesinde kaldırılmakta olduğu iddia edilen sınırlar şu anda tekrardan güçlü bir biçimde ve askeri olarak tekrar tahkim edilmiş durumda. İsveç Danimarka sınırını, Norveç İsveç sınırını, Danimarka Almanya sınırını, Almanya Avusturya sınırını, Avusturya Slovakya sınırını… vb. kapatmış haldeler. Yunanistan, Makedonya, Sırbistan sınırlarının tel örgülerle ve duvarlarla nasıl tahkim edilmiş olduğunu her gün televizyonlarda izliyoruz. Bu arada Macaristan, Polonya, Çek Cumhuriyeti mültecilerle ilgili hiçbir AB kararını tanımayacaklarını ilan ettiler. AB yetkilileri gün aşırı “Avrupa’ya gelmeyin” çağırısı yapıyorlar. Bütün bu hükümetler kendi kamuoylarında ırkçı ve yabancı düşmanı eğilimleri kışkırtarak, mültecilere ve ekonomik göçmenlere karşı sadece fiziki değil, ama aynı zamanda ideolojik duvarlar örüyorlar. Burjuvazinin Avrupa Birliği projesinin niteliği daha net bir biçimde açığa çıkıyor. Türkiye hükümetinin girmeye çalıştığı işte böyle bir baskıcı, işçi-emekçi düşmanı birlik.
Şimdi mültecileri Türkiye’de sadece sefalet ve zorla kendi ülkelerine iade tehlikesi beklemiyor. Bu insanlar aynı zamanda ucuz —hatta bedava ve köle— emek gücü olarak kapitalistlerin kullanımına sunulacak. Bundan yararlanılarak ülkedeki işçi yığınları bölünmeye, onların arasında yabancı düşmanlığı ve ırkçı ideolojiler yayılmaya çalışılacak. Pek çok yerde emekçiler arasında ulusal köken nedeniyle çatışmalar kışkırtılacak. Mültecilerin bir kısmı toplama kamplarına hapsedilecek, diğerleri üçüncü sınıf insan olarak bölgelerdeki ve kentlerdeki tüm ekonomik ve sosyal sorunların sorumlusu olarak gösterilecek, asıl sorumlular —hükümetler, kapitalistler, yöneticiler— perde arkasına gizlenecek. Bir bölümü de ulusal, dini ve sosyal çatışmalı alanlara sürülerek baskıcı ve asimilasyoncu devlet politikalarının koçbaşı olarak kullanılmaya çalışılacak. Mülteci kılığında içeri alınan İslamcı faşistler Türkiye proletaryasına ve Kürt halka karşı cihada sürülecek.
Bütün bu tehlikeler gerçek ve sonuçları kısa bir süre içinde yaşanmaya başlayacak. Bunun karşısında tüm demokratik güçlere, ilerici, sosyalist ve devrimci partilere ve özellikle de sendikalara büyük görevler düşüyor. Mülteci ve göçmen emekçilerin Türkiye’deki işçi ve emekçi yığınların saflarında örgütlenmesi, onların proletaryanın ve ilerici ve devrimci güçlerin yaşamıyla ve mücadeleleriyle bütünleşmeleri enternasyonalist ve ulusal bir görev olarak karşımızda durmakta. Burjuva iktidarların ve emperyalizmin iki ateş arasına sıkıştırarak tasfiye etmeye çalıştığı mülteci ve göçmen kitleler, sınırların fiziki ve ideolojik olarak yok edileceği demokratik ve sosyalist bir geleceğin inşasında itici bir güç haline dönüşebilirler. Türkiye’deki ve Avrupa’daki görevimiz budur.
Yorumlar kapalıdır.