Saray zora düşerken!

Talih tanrıları şu sıralar Erdoğan’ın yüzüne gülmüyor. Son olarak akademisyenlerin tutuksuz da yargılanabileceğini söyleyen başbakanına alışıldık üslubu ile “Neymiş, akademisyenler tutuksuz yargılansınlarmış!” diye başlayan ikinci paparasını hazırladı. Daha önce de; “PKK 2013 Mayıs’ına dönerse her şey konuşulabilir” diyen Davutoğlu’na “Artık üçüncü bir yol kalmamıştır. Daha neyi deneyeceğiz ya?” diyerek çıkışmıştı. Talihsizlik bu ya, iş yalnızca bununla kalmadı. Dündar ve Gül davasından mütevellit gerginliklerin yaşandığı Anayasa Mahkemesi’ne birdenbire cumhurbaşkanına hakaret suçunun iptali için Mustafa Bağarkası adlı bir hakim başvuruda bulundu.

56f1714d67b0ac30fcb49709Dış politikada da Suriye batağı yetmezmiş gibi bin türlü yeni bela ortaya çıktı. Rıza Sarraf’ın ABD’de tutuklanması tansiyonu yükseltti. Dertler derya iken tutuklanmalarını canı gönülden istediği Can Dündar ve Erdem Gül ile ilişkili de istediği sonucu alamadı. Sıkışmışlığı öylesine belirgin bir hale geldi ki, büyükelçiler de Erdoğan’dan paylarına düşeni “Siz kimsiniz ya?” diye başlayan çıkış ile aldılar. Bir yönetememe krizinden, bir sıkışmışlıktan bahsediyoruz zira yönetme yetisi olan kurumlar ve kişiler çıkışmazlar, yönetirler.

İfade ettiğimiz bu sıkışmışlık içerisinde Obama ile görüşme aracılığıyla imaj tazeleme denemesi ise bir yalvar yakarlığa sürüklendi. Güç bela koparıldığı anlaşılan görüşmenin çok da lezzetli olmadığı ifade edilirken, bir de Obama’dan Erdoğan’a demokrasi ve insan hakları dersi geldi. Normal şartlarda insan hakları ihlalleri ile ilişkili Obama’ya söylenebilecek bir tır dolusu laf dururken ve bir one minute şovu için zemin hazır görünürken alışkın olmadığımız bir beyefendilik ile karşılaştık. Cumhurbaşkanı yalnızca kırıldığını ifade etmekle yetindi!

U.S. President Barack Obama and Turkish Prime Minister Tayyip Erdogan (L) meet in New York September 20, 2011. Obama condemned a deadly bombing in Ankara on Tuesday, as he met Erdogan on the sidelines of the U.N. General Assembly. REUTERS/Kevin Lamarque (UNITED STATES - Tags: POLITICS TPX IMAGES OF THE DAY)

İşler ekonomi alanında da iyiye gitmedi. Dış borcun milli gelire oranı ilk kez AKP iktidarı öncesi seviyesine çıkarak yüzde elli beşe vardı! Rejim içi güçlerdeki uyumsuzluk askerin daha sık konuşulması sonucunu doğurdu. Normal şartlarda bir ülkede böyle bir açıklama yapması abes olan TSK “Bir darbe hazırlığımız yok” açıklamasını yapmak durumunda kaldı.

Son bir ayın diğer krizleri öylesine fazla ki (HDP’li vekillerin dokunulmazlıklarının kaldırılamaması, Ensar Vakfı’nın AKP’ce korunması, Aile Bakanı’nın içine düştüğü zor durum, Rusya’nın Türkiye-IŞİD ilişkilerine dair yeni iddialar sunması, bakan Veysel Eroğlu’nun NASA’dan çok bilgili olduğunu sanması, ABD’nin İncirlik Üssü’nün alternatiflerine sahip olduğunu açıklaması…) bu krizleri tek tek yazacak olursak bunlardan bir sonuç çıkarmaya yerimiz dahi kalmayabilir. En kısa haliyle şunu ifade edebiliriz ki, bunca krizin ve gülünç durumların yaşanması Saray’ın şu sıralar yönetme hünerinden bir hayli uzak olduğunu gösteriyor.

Sevinelim mi?

İşçi emekçiler olarak Saray’ın politikalarının en ağır bedelini bizler ödedik. Şehir merkezlerinde patlayan bombaların yanı sıra kadın ve işçi cinayetlerindeki sürekli artış da bize dokunuyor. Bunlar yetmezmiş gibi bir tür dayıbaşılık sistemi olan kiralık işçilik uygulaması ile içinde bulunduğumuz halin daha da kötüye götürülmek istendiği gösteriliyor. Bu yüzden Saray’ın yönetememe krizini daha dikkatli bir biçimde incelememiz gerekiyor.

12nci-kattan-dusen-insaat-iscisi-oldu951138acc507cc312ff0Antidemokratik ve işçi düşmanı politikalarının muhatabı olan tüm kesimler için Saray’ın içinde bulunduğu sıkışma kimi işçi ve burjuva gazetelerinde olumlu gelişmeler olarak lanse ediliyor. Acaba öyle mi? Obama Erdoğan’ı demokrasi ve insan hakları konusunda uyarırken gerçekten de duyduğumuz sözlere inanmalı mıyız? Yahut diğer burjuva büyükelçilerinin gerçekten de işçiden yana bir demokrasi için saf tutabileceğini düşünebilir miyiz?

Gazeteci/yazar Hasan Cemal uluslararası krizleri incelerken şöyle bir betimlemede bulunmuş: “Batı başkentlerinde Tayyip Erdoğan’ın üstüne çoktan beri kocaman bir çarpı işareti konmuş durumda. Ama bu demek değil ki Avrupa’sı, Amerika’sı Türkiye’ye sırtını dönüyor(…) Türkiye öyle bir kenara bırakılacak bir ülke değil.” Evet Türkiye kenara bırakılacak bir ülke değil ve dünya kapitalist sistemi Türkiye’ye kolayca sırtını dönmez. Peki ama Erdoğan’a sırtını dönerken yüzünü işçi ve emekçilere mi döner? Kapitalizmden böyle bir adım beklenebilir mi?

Ne dediğimizi daha iyi anlatabilmek için bugün oldukça popüler olan bir olaya, İzlanda’da yaşananlara bakmakta fayda olabilir.

Bugünlerde İzlanda

570367ce67b0a9322cf4bcc6Bu yazının yazıldığı sırada örnek bir demokrasiye sahip olması ile nam salmış olan İzlanda’da halk sokaklarda. Seferberliğin gerekçesi ise ülkenin başbakanının vergi kaçakçılığı yaptığının ortaya çıkması.

2008 krizinde İzlanda mali spekülasyonlardan sorumlu kimseleri cezalandırmış ve kağıt üzerinde işsizlik rakamlarını azaltmıştı. Bu örnek Türkiye ve dünya liberalleri açısından da krizden çıkışın onurlu (!) bir yolu olarak magazinsel bir dille haberleştirilmişti. Öyle ki, yemyeşil doğası, yerleştirdiği çevreci enerji politikası, tartışmasızca güvenilen demokrasi düzeyi, bir donanmaya sahip olmayışı, hiçbir yozlaşmanın mümkün olmadığına inanılışı gibi etmenlerle İzlanda’nın bu adımı insani kapitalizmin nasıl da mümkün olduğunu kimileri için -belki de Hasan Cemal için de- bir kez daha ispatlamıştı.

Konuya dair “Satılık ülke iken örnek ülke oldu” başlıklarına hala ulaşılabilen İzlanda’da bu pek de ilginç olmayan haberin sakladığı başka bir gerçek vardı. Krizden çıkış için uygulanan kemer sıkma politikaları işçi ve emekçileri oldukça zor koşullara sürükledi ve bu güzel ülke ağır bir şekilde göç verdi. İşçi ve emekçilere kemer sıkma politikaları sunan bu burjuva demokrasisi şöleni ile ilişkili daha uzun konuşmadan sadede gelelim. Bu onurlu (!) kapitalist ülkenin kriz sonrası iktidara gelen başbakanının vergi kaçırdığı ortaya çıktı. İşin açıkçası şu ki, en kötümser liberalin dahi sevinçli bir yüzle bakabileceği, dünyadan uzak-medeniyete yakın kapitalist ülkede dahi yozlaşma bir zorunluluk olarak hesap cüzdanları içerisinde yaşamaktaydı.

İşçi ve emekçileri saymazsak, kimseye bir zararı olmadığı iddia edilen İzlanda’da dahi kapitalizmden kaynaklı yozlaşma açıkça görünebiliyorsa, zararı dokunmadığı çok az insan olan Avrupa ve ABD burjuvazisinden nasıl bir iyilik beklenebilir?

Ulusalcıların sıkça söylediği gibi ülkemizin üzerinde aşağılık bir emperyalist oyun oynandığını falan ifade etmiyoruz. Biz sistemin kendisinin aşağılık olduğunu biliyoruz. Kapitalizm işçinin düşmanıdır ve düşman düşmanlık yapar. İlk elden acılarını çektiğimiz politikaların sorumlusu olan Saray’ın yönetim becerisinden umarsızca yoksunlaştığını görürken baskı araçlarına halen hakim olabildiğini de görüyoruz. Ancak kurtuluşumuz büyükelçiliklerin kültürlü ve insaflı ellerinde falan değil. Panama Belgeleri biraz daha genişletilebilirse bu kültürlü beyefendilerin de ne gibi yozlaşmalar içerisinde olduğunu görebiliriz. Yahut Obama’nın aslında Irak’ta taşımayı sürdürdüğü “demokrasi”den ve Afganistan’da uygulamasını sürdürdüğü “insan hakları”ndan bahsettiğinden şüphemiz yok.

İzlanda’nın yozlaşmasının dahi tespit edilebildiği alt üst olmuş bir dünyadaki acılar içerisinde bir ülkede yaşıyoruz. Burjuva düzenin ise sorunu derinleştirmekten başka çözümü yok. O halde bir işçi alternatifi üzerine daha çok düşünmeli, bunun için daha büyük çabalar sarf etmeliyiz. Ama önce rejim içi aygıtların çatışmalarını biraz daha inceleyerek yazımızın asıl konusuna dönmeliyiz.

Krizin gerekçesi: İki büyük çelişki

Pek çoğumuzun aklından ve hatta burjuva basın içerisindeki pek çok kıdemli Erdoğan karşıtı yazarın da kaleminden akan şey, bugünleri yaşamamızın sebebinin tamamen Erdoğan’ın kişisel hırsı olduğu yönünde.

Bu rahatlatıcı fikre katılmadığımızı daha öncesinde de ifade etmiştik. Zira bu görüş aynı zamanda Erdoğan’ın demokrasi mücadelesinden birdenbire saptığı anlamına gelir ki, bu da eşyanın tabiatına aykırıdır.

Erdoğan’ın liderliğindeki AKP hareketi kuşkusuz ki, Türkiye’de iktidara geldiği günden beri sıkı bir işçi emekçi düşmanlığı politikası gütmekteydi. En büyük vaadi ve başarısı buydu. Bu politikasını hayata geçirebilmek için de daha hızlı hareket etmesini engelleyen hantallaşmış başka işçi düşmanı aygıtları yolundan çekmesi gerekti. Liberal ve sol liberaller ise bu süreci demokratikleşme süreci olarak servis etmişti.

İşçi düşmanlığındaki korkunç boyut özelleştirmelerin tamamlanması, işçilerin örgütlenmesinin imkansızlaşması, taşeronlaşmanın alıp yürümesi, işçi cinayetlerinin artması… gibi çarpıcı sonuçları doğurdu. Bu aralıkta rejimin diğer aktörlerine karşı mücadelesinde ayakta kalabilmek için AKP mümkün mertebe tüm gücü elinde toparladı. Sonrası hafızamızda daha taze. Tüm gücü elinde toplayabilmek için AKP İzlanda’yı epey masum bırakacak denli kirli işlerin içerisinde idi. Yani yoldan çıkmış üç bakanın değil, işçi düşmanı politikaların hayatta kalabilmesinin zorunluluğu olarak yolsuzluk mevcuttu. Bu sırada Arap devrimleri sürecinden nemalanmaya çabalama maceracılığı vahim sonuçlar doğurdu. İçerideki yozlaşmanın dış ilişkilere misliyle yansıdığı anlaşılır hale geldi. Bu yozlaşmalar karşısında Gezi seferberliği ile başlayan devasa eylemlerle karşı karşıya kalan AKP iktidarda tutunabilmek için kendinden olmayan herkesle savaşmak zorunda kaldı. Karıştıkları batak öylesine derindi ki, bir adım geri gitmeleri yalnızca politik arenadan dönüşü olmaksızın silinmeleri anlamına gelmeyecek, aynı zamanda kendi varlıklarını da tehdit edecekti. Bu yüzden hep bir adım daha ileri atılmalıydı.

Bu yüzden tüm güç yalnızca AKP’ye değil, kişisel hırsıyla da bu işe meyilli olan Erdoğan’da toplanma eğilimine girdi. Ancak Erdoğan’ın kazandığı her zafer daha büyük bir adım atmasını, daha sert vurmasını gerekli kılıyor. Daha sert vurdukça da kırılıp dökülenlerin sayısı artıyor, yönetemediği alanlar gelişiyor, kendi gücü kısıtlanıyor. Karşımızda duran bu hırçınlık aslında başka yapabileceği hiçbir şeyin olmadığını gözler önüne seriyor.

Tüm bunlar baskının bir yönünü oluştururken, kendi kadroları ve devlet aygıtları içerisindeki farklılaşan sesler ise bu sürecin başka bir eğilimini ortaya koyuyor. Evet, Erdoğan’ın bir adım geri atması yalnızca onu değil, başka kimselerin de tüm yaşamlarını hayatlarının sonuna dek değiştirecek bir sonuç doğuracak. Bu yüzden hep daha sert olmak zorunda. Ancak öte yandan bu baskı aygıtlarını sürdürülebilir şekilde kullanmanın bir yolunun olmadığı da aşikar. Öyle ki, Erdoğan’ın stratejisiyle izlenen yol Hasan Cemal’in dediğinin aksine yalnızca Erdoğan’ın değil, bir devlet olarak Türkiye’nin iç ve dış politikadaki gücünü de azaltmakta. ABD’nin Suriye’deki Kürt varlığına destek vermesi, İncirlik dışında alternatiflere sahip olduğunu açıklaması bugüne değin izlenen yolun kalıcı hasarlarını işaret ediyor. Dahası daha dün boş verelim AB’yi Şangay 5’lisine katılalım diye bir koz kullanılırken bugün Rusya ile de ilişkiler bir hayli kötü. Şu an için elde dış politikaya dair kalan tek kozun mülteci kozu olduğunu görmek dahi Türkiye’nin tarihsel öneminin ne denli ciddi yaralar aldığını gösteriyor.

Bir yanda gelecekleri tamamen Erdoğan’a bağlı olan ve Erdoğan’ın olası bir yokluğu halinde kesin bir çöküş yaşayacak olan AKP kadroları ve çevre ilişkileri dururken, öte yandan da bir bütün olarak devletin gücü ve çıkarları aşınmakta. Bu iki durum da bugün yaşadığımız yönetememe krizinin temelini oluşturmakta.

tablo-100Kiralık işçilik yasası

Yaşadığımız tüm sorunların işçi düşmanı politikaları hayata geçirmek ile başladığını unutmayalım. Yönetenler için içlerinde bulundukları krizden çıkmanın yolu da işçi düşmanı politikaları bu kez görülmemiş bir hızla hayata geçirip uygulamak olarak duruyor.

Yukarıda ifade ettiğimiz iki eğilimin hangisinin önümüzdeki dönemde hamle kapacağını daha iyi izlememiz gerekiyor. Ancak izlemek ile yetinemeyiz. Hatta bugün bize acı çektirenlere başka bir biçimde ayar verilmesine de katlanamayız. Unutmayalım, AKP öncesinde tüm işçi ve emekçilere zarar veren güçlere AKP ayar verir gibi görünürken bizlere daha güçlü işçi düşmanı hükümetler sunabilmişti. Şimdi de mevcut durumu izlemekle yetinirsek, yaşayacağımız şey bundan daha farklı olmaz. Söz gelimi işçi düşmanı Kenan Evren’i yargılamak isteyenlerin, nasıl büyük bir işçi düşmanı olduğunu görebiliyoruz.

Bu yüzden mücadele alanımızı en gerçekçi mevziiye, işçi düşmanı politikaların karşısına kurmalı ve burada birleşmeliyiz. İşçi sınıfına karşı tarihsel bir saldırı olan kiralık işçilik yasasına karşı tüm sınıf güçlerini derleyerek sahneye dahil olmalıyız.

Kapitalizm çökmeye yüz tuttu dediğimiz günlerde kapitalizm hâlâ yaşıyor ve kavgayı kazandı diyen liberaller halen siyaset arenasında. Oysaki bugün yaşadıklarımızın müsebbibi birkaç huyu kötü lider değil, doğrudan işçi sınıfı tarafından yıkılmayan kapitalizmin mantıki sonuçları oldu. Açık bir gerçek olarak ve kimsenin de inkar edemeyeceği şekilde söylüyoruz; kapitalizm umut vaat etme yetisini kaybedecek şekilde çöktü! Bundan sonraki kavganın iki boyutu olacak. Bu çöküntünün tüm dünyayı kasıp kavurup yok etmesi mi, yoksa işçilerin ellerinde ve işçilerin iktidarında insana yakışır bir biçimde yeniden kurulması mı?

Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de karşı karşıya kaldığımız sorun budur.

Yorumlar kapalıdır.