Muhalefetin hali pürmelâli..!

Kendi kişisel becerileri ve şeytani yöntemleri bir yana RTE, gücünü büyük ölçüde, hem yıkmaya çalıştığı “eski Türkiye”ye, hem de had safhada dirayetsiz, beceriksiz muhaliflerine borçlu. Kesin olan bir şey var: O “eski Türkiye”nin demokrasi, adalet, eşitlik, laiklik ve özgürlük adına tutar tek bir tarafı olsaydı, RTE’nin yolu bu kadar açık olamazdı. O yarıbonapartist gerici kontrol rejimi, her yönüyle o derece çürüme ve kokuşmuşluk içindeydi ki, AKP uzunca bir süre her adımını “reform, demokratikleşme ve özgürleşme” olarak yutturmayı başardı! Geçmişi yad ederek iç geçiren AKP muhaliflerine hatırlatalım: Türkiye bugün o geçmişin cezasını çekiyor…

Başlangıçta eski düzenin bu derece kolay yıkılabileceğini aklına bile getiremeyen AKP, onun çürümüşlüğünü ve başta TSK olmak üzere o zeminden yükselen siyasi güçlerin kofluğunu fark ettiği ölçüde giderek korkusuz adımlar atmaya başladı. Değişen dış ve iç koşulların da etkisiyle iktidar, emperyalizmin ve yerli mali sermayenin desteğini almayı başarmış; eski hâmi ve suç ortaklarının desteğini kaybeden geçmişin “Bonapartist” efendileri, umulmadık bir hızla arka plana itilmiş veya tasfiye edilmişlerdir.

Her şeyi altüst eden ve dönüm noktası olması nedeniyle RTE’nin bir türlü aklından çıkaramadığı Gezi kâbusuna kadar iktidar, neredeyse hiçbir ciddi zorlukla karşılaşmadan hedefe yürümeye devam etti. RTE, O güne kadar her defasında kendi belirlediği ve yönlendirdiği gündemler ve tamamen yanlış savunma hatları üzerinden direnmeye çalışan muhalefetle kedi fare oyunu oynadı. Gezi’ye kadar normal yollardan bir “barışçıl-kansız” geçişi mümkün gören o zamanın Başbakanı, Gezi’nin açığa çıkardığı dinamiklerin yarattığı dehşet, öfke ve hayal kırıklığıyla bütün dişlerini ortaya çıkardı. Çok kısa bir sürede RTE’nin başkanlığının bir iç savaş rejimine dönüşeceği anlaşıldı.

RTE, bir yandan yeni bir rejimi inşa ederken, öte yandan “laik” ve “devletlû” olanları da dahil bu memlekette var olan bütün gericilik ve şovenizm türlerini ve yöntemlerini kullanarak “eski” ve “yeni” Türkiyeleri harmanlıyor. İktidar, milliyetçi muhalefetin bam teline, bekleneceği üzere Kürt meselesinden dokunuyor. Ulusalcılar ve TSK da dahil bütün Türk milliyetçiliğini “burnundan tutup” istediği istikamette, yani başkanlık rejimi yolunda sürüklüyor. Kürt milli meselesini, aynı iktidar gibi, “terör” meselesi olarak gören milliyetçi muhalefetimizin başlıca itirazı, birkaç mırın kırını saymazsak iktidarın bütün o “barış süreci” boyunca Kürtlere göz yumması ve bu savaşı geç başlatması! Yani, AKP’nin hızını epeyce uygun şartlarda ve fırsatlarda mesela Gezi ayaklanması, 17-25 Aralık rezilliği, 7 Haziran seçimleri, meclis başkanının seçilmesi gibi dönüm noktalarında kesmeyi başaramayan muhalefetin, bu işi iktidarın elindeki hileli destede bulunan Kürt kartıyla becermesi beklenemezdi, öyle de oldu. Başkanlık rejimi yolunda Kürtlerle savaşı başlatan Saray, bu alanda milliyetçi muhalefetin, “değilsin, olamazsın” dediği her şeyi olarak (Allahına kadar “tekçi” bir Türk milliyetçisi) ve “yapamazsın” dediği her şeyi hem de fazlasıyla yaparak (Şehirleri tank ve top ateşine tutup yerle bir ederek) yol alıyor. Eh, bir Türk milliyetçisi daha ne ister ki..!

Düzenperest CHP’nin acıklı hali…

İşte CHP’nin hali. İşe “terörle mücadeleye” açık çek vererek başlayan CHP’nin geldiği nokta, hapislere atılmayı bile göze alarak, üstelik de anayasaya aykırı bulduğu dokunulmazlıklar konusundaki düzenlemeye evet oyu vermek! Neden? Çünkü iktidar “CHP, teröre kol kanat geriyor” dermiş. Yani bile bile lades! Milyonlarca seçmeni olan bir partinin gidişatın böylesine vahim bir hal aldığı bir durumda kitlelere seferberlik ve mücadele çağrısı yapacağı yerde doğrudan “Hapse girmeye hazır olun!” demesi garip değil mi? Hadi, CHP’nin Kürtlerin haddinin bildirilmesinde bir sakınca görmemesini anlarız, ama devleti uğruna, RTE’yi başkan yapacak bir sürece omuz vererek partiyi bitirmeyi, mahpus damlarına düşmeyi, hiç olmadı kendi içinde derin bir çatlağı göze alması da ne oluyor!

Gerçi genel başkanın genelkurmaya çekilip kendisine bir “brifingle” vatani görevinin hatırlatıldığına dair bir söylenti var, tabii, biz bilemeyiz, ancak dokunulmazlıkların kaldırılmasına “evet”in gerçek nedeni buysa bile emin olun kimse şaşırmaz! Bu savaşın kim tarafından hangi amaçla çıkartıldığını ve işin sonunun nerelere varabileceğini CHP bilmez mi? Elbette bilir, ancak ne yapsın, sınıfsal yapısı ve tarihsel genetiği başka türlüsüne izin vermiyor…

İktidarın bugüne kadar çok şey borçlu olduğu CHP, en baştan başlayarak, AKP’nin açık ajandası yerine “gizli ajandası” ile uğraşarak her daim “gölge boksunu” tercih etmiştir. Yani müzmin ana muhalefet partisi, AKP’nin amaçlarından ziyade araçlarıyla mücadeleye girişmiştir. Yani tam da “Reis”in kendilerini bilinçli olarak çektiği “kültürel” alanda hiçbir zaman kazanamayacağı bir mücadeleyi kabul etmek zorunda kalmıştır. Üstelik de had safhada bir “parlamenter budalalık” ve AKP’nin hiçbir zaman takmadığı bir “meşruiyet” anlayışıyla.

Elbette AKP’nin neoliberal ekonomik-toplumsal politikalarıyla uğraşmaktansa “Yetişin şeriat geliyor!” söylemi CHP’ye çok uygun düşüyor. Böylece hem büyük sermayeyle “papaz” olmuyor hem de “geleneksel tavrıyla kurucusu olduğu bu devletin beka sendromunun gereğini yapıyor. Görünen o ki, bütün bunların kendi iflasına yol açabilecek siyasi sonuçlarının CHP için fazla bir önemi yok. Elbette CHP “prensipleri” uğruna her şeyi göze alabilen idealist bir partidir! Neydi en birinci prensip, bir daha hatırlayalım: Mevzubahis olan Kürtlerin tepelenmesiyse, geri kalan her şey teferruattır!

Daha da beteri var: MHP…

Tabii, MHP için durum “prensipte” aynı olsa da bazı farklılıklar söz konusu. Ne de olsa “milliyetçi –mukaddesatçı” gelenekten geliyor. Eskisi kadar sık ifade edilmese de bir yerde “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman!” AKP’ye karşı stratejisini, şoven milliyetçilik ve İslamcılık konusunda hep “Yapamazsın, yap da görelim!” söylemi üzerine kurdu. Ancak AKP’nin her defasında bu konularda kendisine “nal toplatması” nedeniyle resmen veya fiilen iktidarın destekçisi durumuna düştü. 7 Haziran’da Kürt düşmanlığının az biraz faydasını görüp AKP’den bir şeyler tırtıkladıysa da 1 Kasım’da kaçınılmaz biçimde Saray’ın “başkanlık” yolunda başlattığı savaşın yancısı rolünü kabullenip hiçleşme yoluna girdi.

Bir yazarın çok isabetli tanımıyla “Bizi öldürmediği için müteşekkir olduğumuz” bu parti, iktidarın manevra alanı haline gelmiş şu acıklı haliyle kendini bitirme yolunda ilerliyor. MHP, resmen başkanlık sistemine karşı olduğunu beyan edip dursa da, HDP’lilerin hapse gönderilmesi ve Kürt düşmanlığı konusundaki kayıtsız şartsız desteğiyle bir başkanlık rejimini fiilen destekler durumda. Üstelik son günlerde bunun, Kürtlere karşı savaşın sonuna kadar götürülmesi şartıyla hukuki bir desteğe dönüşeceğini söylüyor. Saray bu nedenle, başarısı halinde sağda bölünmeye yol açabilecek MHP içi muhalefete karşı Bahçeli ve ekibini açıkça destekliyor. Geleneksel olarak şiddet, kaos ve iç savaş politikalarından epeyce ekmek yemiş olan MHP, bütün uygun şartlara rağmen bugün başarılı olma-baraj altı kalıp parçalanma diyalektiğinin hassas ve güvenilmez zemininde yol alıyor. Zaten parti içindeki son gelişmeler de bu kritik durumun göstergesi.

MHP, sürekli sıkıyönetim çağrıları, şiddet konusundaki “yetmez ama evet” tavrı; Kürt düşmanlığı üzerinden AKP ile rekabetinde sürekli “el yükseltmesi” ve hükümete yaptığı “taş üstünde taş, gövde üstündü baş bırakılmaması” çağrısıyla yeniden “neşeli günlerine” dönme gayreti gösterse de durum bu…

HDP…

HDP’ye gelince. Görünen, Türkiye koşullarında bir dönem ciddi bir umuda dönüşen bu partinin, bugüne kadar pek çok defa anlattığımız nedenlerle devlet ve iktidar tarafından tasfiyesine karar verildiği, PKK tarafından da bu haliyle istenmediğidir. Bunu aynı zamanda, uluslararası ve bölgesel planda kendini çok  avantajlı bir konumda gören PKK liderliğinin Kürt siyasi hareketinin bütün kesimlerine ve Abdullah Öcalan’a asıl “patronun” kim olduğunun hatırlatması olarak da okumak mümkün. HDP’nin siyasi-toplumsal gerçekliği kavrama yeteneği olduğu görüntüsü veren önderliğinin  “özyönetim” ve “demokratik özerklik” ilanları konusunda gerçekten ne düşündüğünü, bu konularda ne kadar gönüllü olduğunu ve nasıl bir basınç altında kaldığını bilemeyiz, ancak bunların sanki çok doğal ve de kolay işlermiş gibi büyük bir hızla benimsenip uygulamaya konulması bize biraz garip gelmişti. Elbette, Kürt halkının böyle bir demokratik-ulusal hakkı olmadığı için değil. Sadece, özyönetim (Hem de özsavunmalı) gibi bir “ikili iktidar” örgütlenmesinin, kendimizce uygun bulduğumuz herhangi zamanda ve biçimde, devlet ve iktidar gibi gerçek meseleleri kale almadan, zihinlerimizde kurgulanmış halleriyle uygulamaya konması anlamında. Ancak, bütün Türkiye için önerilen, sınıf karakteri (özellikle) belirsiz bir “demokratik cumhuriyet” yanılsamasıyla ve yine devlet gerçeğini adeta yok sayan, sınıf karakteri (özellikle) belirsiz bir “radikal demokrasi” hayaliyle gelinen yer burasıdır. HDP’nin bir barış projesi olarak, savaşın geldiği bu noktada 7 Hazirandaki, hatta 1 Kasım’daki rolünü oynaması, en azından bugün için kolay görünmüyor. Bir “Türkiye partisi” olarak HDP, kendisini tasfiye etmeye yönelik ikili basınç altında zorunlu bir içe kapanma, savunma sürecini yaşıyor. Ancak, AKP tarafından yakın bir zamanda “400 vekil” hedefiyle yapılabilecek bir erken seçimde, 7 Haziran’da  “dışarıdan” oy veren bir kesimin, can havliyle yeniden HDP’ye oy verme ihtimalini de bir kenara yazmakta fayda var; ancak bunun sadece bir ihtimal olduğunu unutmamak şartıyla. Her şeye rağmen bu şartlarda tek gerçek muhalif güç olan HDP’nin, isabetli “Seni başkan yaptırmayacağız!” sloganının ötesinde çok daha sağlam ve sınıfsal bir savunma hattı oluşturmaya ihtiyacı var.

Darbe ihtimali…

İktidar, yakın-orta vadede (Uzun vadeden henüz söz etmiyoruz!) Türkiye’nin ve kendisinin kaderini etkileyebilecek bir kumara oturarak, aslında şuur gibi görünen bir şuursuzlukla ve de bu defa geçmişten epeyce farklı sonuçlar vermesi kuvvetle muhtemel bir aymazlıkla HDP milletvekillerini hapse atarak ve partiyi (MHP ile birlikte) baraj altında bırakarak başkanlık rejimini kuracağını hesaplıyor. Ancak bütün bunlar,  iktidarın çap ve ufuk gerektiren bütün önemli meselelerde gösterdiği kurnaz ancak beceriksiz ve kumarbazca tutumlar düşünüldüğünde er geç yapanın ayağına dolanacak işler… Ancak her yerde bir darbenin ve darbecilerin izlerini gören iktidarın bu gidişattan şüphelenmemesi tuhaf. Bakın ortalıkta darbe söylentileri dolaşmaya, darbe tartışmaları yapılmaya başladı bile. Elbette ilgili merciler ve muhataplarınca anında yalanlandı. Ancak konu TSK komuta kademesinin halihazırdaki durumu gibi yanlış bir zeminde tartışılıyor; kimilerince “maalesef” yakınmasıyla, kimilerince de “oh, neyse ki!” tadında. Ancak bize göre doğru tartışma zemini, sorunun bir süreç olarak, gidişatın muhtemel neticelerinden biri olarak ele alınmasıdır. O zaman başkanlık hedefine veya rejimine karşı şiddetlenecek bir muhalefetin, bu muhalefete karşı şiddetlenecek devlet baskısının, ağır bir rejim krizinin, Kürt savaşının askeri ve toplumsal açıdan çığırından çıkmasının ve  “terörle mücadelede” askerin giderek artacak olan rol ve taleplerinin nelere yol açacağını kavrayabilmek kolaylaşacaktır…

Mücadele, ama nasıl..?

Yazının başında burjuva milliyetçi muhalefetin AKP’ye karşı o çok bilmiş tavırlarıyla sergilediği “salaklıkların” yanı sıra kurduğu hatalı savunma hatlarından söz ettik. Güçlü bir düşmana veya durdurmaya çalıştığınız bir güce karşı savunma hattınızı doğru kurmak zorundasınız, aksi halde karşısında duramazsınız. Daha en başından itibaren AKP iktidarına karşı savunma hattı,  sınıfsal ve “genetik” nedenlerle AKP’nin açıkça göründüğü sanılan yönlerine karşı oluşturulmaya çalışıldı; tabii, tutmadı. AKP’nin amacının “vatanı bölmek” ve “şeriatı getirmek” olduğu inancıyla, mücadelenin türban-başörtüsü, tesettür, laiklik ve hızını alamayıp “halkımızın aptallığı” vb. “kültürel” alanlarda ve “vatanseverlik” üzerinden verilmeye çalışıldığı bütün savaşlardan yenilgiyle çıkıldı. Üstelik iktidar, geçmişin bütün rezilliklerini, “cumhuriyetin” halkı sopayla adam etme ve aşağılama mantığını, çürümüş ve tutarsız laisizmini, Kürtlere yönelik zulüm ve katliamlarını kullanarak savaşı büyük bir kurnazlıkla tam da ulusalcı-milliyetçi muhalefetin istediği alanlarda kabul etti. Başka alanlara kayabilecek mücadeleleri özellikle ideolojik-kültürel alana çekti. Bu sayede burjuva milliyetçi muhalefeti parçalamayı, “kültürel” konularda MHP desteğini almayı başardı. Üstelik gerektiğinde Batı karşıtlığına dayalı uydurma “antiemperyalizmiyle” rakiplerini şaşırtıp Batı işbirlikçisi konumuna bile düşürdü! AKP’yi ABD’nin kurdurduğunu söyleyenlerin bir bölümü AKP’ye karşı neredeyse ABD’den medet umar hale geldi! “Bölücülük” ve “vatan hainliği” suçlamaları, iktidarın Türk milliyetçiliğini Kürt şehirlerini tank ve top ateşine tutacak raddeye vardırmasıyla açığa düştü. Şiddet, “çözüm sürecine” karşı çıkıp MHP’ye geçen AKP seçmeninin tekrar geri dönmesini sağlayacak boyutlara vardı; askerin ve Perinçek’in sempatisini ve desteğini kazandırdı!

CHP, kendi (Sözcü okuru) seçmeninin dert ve endişelerinin halkımızın çok büyük bir bölümünü ırgalamadığını bazen göremediği için, bazen de kurucusu olduğu devletine karşı görev ve sorumlulukları nedeniyle aynı çizgiyi sürdürmeye devam etti. Toplumun işçi, emekçi yoksul kesimlerini adeta dışlayan bu çizgi, bu kesimlerin, dini vakıfların önemli bir rol oynadığı neoliberal sosyal yardım politika ve organizasyonlarıyla, yaygın informal ilişki ağları ve bütün bunların sonuçlarını takip eden ve oya dönüştüren kontrol zincirleriyle AKP’nin etrafında toplanmasına neden oldu. Batıda işçi sınıfının ve yoksulların oyları “sosyal demokrat” CHP’ye değil, büyük ölçüde (MHP ile birlikte) AKP’ye gitti…

Partiler arası geçirgenliğin çoğunlukla gericiliğin iç içe geçmiş milliyetçi ve mukaddesatçı kanatları arasında cereyan ettiği bu memlekette “kültürel” mücadelenin, bütün önemine rağmen bu “sek” haliyle bir işe yaramadığı açıkça ortada. Zaten iktidarın bu tür mücadeleyi tercih etmesinin, muhaliflerini sürekli olarak bu alana çekmesinin; bir yandan dünya nimetlerine daha fazla el koyarken dini güçlü bir biçimde araçsallaştırmasının nedeni de bu.

Oysa sömürenle sömürüleni, zenginle yoksulu bir arada tutan o sahte cemaat dayanışmasını kırmanın asıl yolu sınıf mücadelesi. O nedenle ev ve mahalle  hayatında AKP veya MHP’ye oy veren işçi bir grev, direniş veya fabrika işgalinde başka bir sosyal varlığa dönüşüp mücadeleci bir “kimliğe” bürünüyor. Bu mücadelelere katılan işçilerin önemlice bölümünün son on küsur yıldır milliyetçi-mukaddesatçı kesime oy verdiği ve var olan dengeyi değiştirmenin tek yolunun onları kazanmak olduğu düşünüldüğünde sınıf mücadelesinin hiç de “komik” bir öneri olmadığı görülür.

Burada sözü edilen “sınıf mücadelesi” elbette tek başına fabrika, sendika, toplu sözleşme meseleleriyle sınırlı “ekonomik” bir mücadele değil. Zaten “sınıf” dediğimizde sadece ekonomik değil, esas olarak toplumsal bir olgudan; yani toplumsal sınıflardan söz ediyoruz. Bu aynı zamanda, işçi sınıfının toplumsal kurtuluş mücadelesinde sadece kendi ekonomik talepleriyle yetinemeyeceği, bu mücadeleyi ancak toplumun bütün ezilenlerine önderlik ederek kazanabileceği anlamına gelir. İşçi sınıfının, burjuvazinin peşi sıra giden ara sınıf  ve tabakaları kazanabilmesinin tek yolu ideolojik, politik ve örgütsel bağımsızlığını kazanmış bir toplumsal güç olarak ağırlığını koymasıdır. İşçi sınıfının, emekçilerin ve sosyalistlerin “cumhuriyetin değerlerine sahip çıkarak” kazanabileceği hiçbir şey yoktur. O değerler, başta laiklik olmak üzere, devrimci sosyalizm tarafından çok önceki bir zamanda hazmedilerek aşılmıştır. Bugün iktidarın gerici ideolojik-politik saldırılarına karşı mücadelede “eski rejimin” sakat laikliğine ihtiyacımız yok. Laiklik de dahil bütün ideolojik-kültürel-politik mücadele alanları sınıf mücadelesi perspektifiyle bütünleşmek zorundadır. Yaklaşık yüzyıl boyunca her türlü gericilikle kucak kucağa kendini çürütüp bitiren ve de kendine hayrı kalmamış “laik” burjuva cumhuriyetinin bize de hiçbir hayrı yoktur. Bundan sonra “zombivari” bazı geri dönüşler yaşama ihtimali olsa da o cumhuriyet tarihsel misyonu itibariyle bitmiştir. Barbarlığın tehdidinden uzak bir gelecek ancak kendi öz devrimci değerleri üzerinde kurulacak bir işçi-emekçi cumhuriyeti ile mümkündür.

Temelinde gerçek bir toplumsal-sınıfsal gücün bulunmadığı, sınıf mücadelesine dayanmayan, düzenle bağını koparamamış, geçmiş “değerlerle” oyalanan ve devrimci bir gelecek öneremeyen hiçbir ideolojik-kültürel-politik mücadele kazanılamaz…

 

Yorumlar kapalıdır.