Onların safları, bizim saflarımız

1 Mayıs’ın hemen ertesinde Türkiye yine ciddi değişikliklere gebe. Bir sonraki sayımızda AKP’nin yeni parti başkanından ve yeni bir başbakandan bahsediyor olacağız. Bu hızlı değişiklikler içerisinde bir yandan yönetenlerin saflarını öte yandan da 1 Mayıs’ın ardından kendi saflarımızı bir kez daha incelemekte fayda var.

  1. Onların safları

Görevinden azledilen bir başbakan

Beklenmedik olmasa da ilginçliğini muhafaza eden gelişmeler yaşamaktayız. Türkiye’nin bağımsız olması gereken cumhurbaşkanı başbakana hem başbakanlık hem de parti genel başkanlığı görevlerinden el çektirdi. Yaptığı her ne kadar anayasaya aykırı olsa da artık bu duruma alışılmış vaziyette. Ayrıca cumhurbaşkanı yalnızca vatana ihanetten yargılanabileceği için anayasayı çiğnemesinin de kendisine verebileceği bir zararı yok…

Çoktandır var olduğu bilinen Davutoğlu-Erdoğan sürtüşmesi son olarak parti içi atamaların genel başkan Davutoğlu’nun yetkisinden alınıp MKYK’ya devredilmesi ile zirveye ulaştı. Parti il ve ilçe teşkilatlarının atamalarının ne denli kritik olduğu zaten herkesin malumu.

İkilinin ilk tartışması Erdoğan’ın “sır küpü” olan Hakan Fidan’ın Davutoğlu tarafından milletvekili yapılmak istenmesi ile başladı. Sonrasında Erdoğan ve Davutoğlu arasındaki sürtüşmeler en belirgin şekilde AKP milletvekili aday listesinin ve bakanların belirlenmesi, MİT tırları davası, akademisyenler davası ve kimi zaman da çözüm sürecine ilişkin oldu. Bu tartışmaların tamamında Erdoğan Davutoğlu’nu açıkça paylayarak galip geldi.

Davutoğlu neyi temsil ediyordu ve AKP nasıl bir partidir?

Siyaset arenasında ön planda duran kimseler yalnızca kendi karakerlerini temsil etmezler. Hele ki, Türkiye’nin içerisinden geçmekte olduğu böylesine hassas dönemlerde asla. Elbette ki, ön planda duran kimselerin karakterleri de olayların akışına ciddi müdahalelerde bulunabilir, ancak böyle kimseler varlıklarını karakterlerine değil temsil ettiklerine borçludur. Yani Davutoğlu’nun beceriden yoksun maddi varlığı sürece etkide bulundu ancak başından itibaren kendisinden daha büyük bir eğilimin temsilcisi konumundaydı.

Veda konuşmasında kendisini bir akademisyen, başbakan yardımcısı, büyükelçi, dışişleri bakanı ve başbakan sıfatları ile donatan Davutoğlu esasında partisine son derecede sadık bir nefer imajını son bir kez çizdi. Kendisine yakın yazarlar O’nun nezaketinden, duygusallığından bahsettiler. AKP’nin olağanüstü genel kurulunun yapılacağının haberi sızar sızmaz eski kulağı kesiklerin üzüntüleri yüzlerinden okundu. Ama yılların saf değiştirme şampiyonlarının bir kişiye üzüldüklerini söylemek saf dillilik olur. Üzüldükleri şey bir politikanın çöküşüydü. Daha iyi anlamak için partinin geçmişini kaba hatları ile bir kez daha inceleyelim.

AKP’nin bugüne değin sürdürdüğü pratik başarının temellerinden birini merkez sağın neredeyse tamamını kendi içerisinde toparlamayı becerebilmesiydi. Eskinin ANAP ve DYP kadrolarının yanı sıra Erdoğan, Gül ve Arınç gibi eski Milli Görüşçüler bu kadroya liderlik ettiler. Aslında başından beri hedefe kilitlenmiş homojen bir parti olmaktan çok bir anlaşma partisiydi. 1 Mart 2003 günü Irak savaşına meclisten tezkere çıkmaması derin çatlağın ilk göstergesi olmuştu.

Partinin uzlaşma üzerine kurulduğunun bir başka göstergesi Abdüllatif Şener’in 2007 yılında partinin Milli Görüş çizgisinden saptığının tespit edilmesiyle oluştu. Şener neoliberalizmin de millisinden yanaydı. Özelleştirmelere evet-yabancılaştırmalara hayır, emekli paşalar üzerinden ordunun yıpratılmasına son gibi sloganlarla partiden ayırıldı.

Partinin kurmaylarından biri olan Şener’in bu gibi temel gerekçelerle ayrılması aslında işlerin ne kadar hassas olduğunun bir göstergesiydi. Ancak bu süreçte Erdoğan’ın deyimi ile AKP kalfalık dönemine girdi ve parti içerisindeki görüş netliğini bir adım ileri taşıdı. Sonrasında kendisine sağdan muhalefet edebilecek odakları kendi içerisine alarak eritti. (Cepheden AKP karşıtı olan HAS Parti’nin -bugünkü Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş ve ekibi- 2012’de partinin içerisine alınması bunun en önemli örneği olarak gösterilebilir.)

Erdoğan’ın ustalık süreci 12 Haziran 2011 seçimlerinde başlamıştı ve hedef artık yeni bir anayasaydı. 2013 Gezi seferberliği partinin aymazca attığı adımlara kitlelerce verilmiş bir yanıt oldu. Bu seferberlik zaten yek vücut olamayan partinin içerisinde öyle çatlaklar yarattı ki, o sürecin etkileri AKP ve Erdoğan tarafından hâlâ aşılabilmiş değil.

2013 Gezi seferberliği sırasında, kitleleri eve göndermek için üzerine düşünülen planlardan biri Erdoğansız ama AKP’li bir çözüm önerisi oldu. Ancak bu kolay bir çözüm değildi. Sonrasında açıklanan yolsuzluk belgeleri ile iktidarı sürecinde AKP’nin ne gibi kirli işlere bulaştığını beraberce gördük. Sorun yalnızca yolsuzluk değildi, Suriye’de uluslararası bir skandala yol açan maceracı atılımlar da partinin ve partili olan herkesin yaşamasının tek şansının iktidarda kalmaya bağlı olduğunu gösterdi.

Tüm bu dertlere rağmen anlaşılan o ki, AKP içerisinde Erdoğan sorunun devamlı büyümesi için bir dinamo görevi görmeyi sürdürdü. Gezi döneminde Erdoğansız ama AKP’li çözüm isteyenler, Erdoğan’ın düşmesinin tüm partiyi etkileyeceğini, dahası siyasal İslam’ın ve sağın hakimiyetine kalıcı zararlar verebileceğini gördüler. Bu yüzden Erdoğan’dan vazgeçmek o kadar da kolay olmadı. Bu kez de Türkiye’nin endişeli burjuvaları adına kimi AKP kadroları Erdoğan’ın sınırlandırılması ve klasik bir cumhurbaşkanı pozisyonuna itilmesi ile birlikte daha güçlü bir AKP yaratıp çözümün parçası olma rolüne soyundular. Davutoğlu’nun görünüşüne ve (eğer varsa) yeteneklerine hiç uymayacak şekilde bu denli ön plana çıkartılmasının sebebi buydu.

4-5 Mayıs günlerinde Erdoğan’ın fiili değil de yasal başkanlık sistemine geçebilmek için Davutoğlu’nu kovması ile bu süreç de tamamlanmış oldu. Şimdilik görünen o ki, Davutoğlu’nun infial yaratmaksızın görevinden el çektirilmesi Erdoğan’ın müdahale alanı dışında bir AKP yaratma hayallerinin de sonu oldu.

AKP içi muhalefetin basiretsizliği mi?

Türkiye’nin temel dinamiklerini unutarak sürece bakacak olursak meseleleri yine psikolojinin terimleri ile yahut içimizden geldiği gibi açıklamaya başlayabiliriz. Önce Gül, ardından Arınç şimdi de Davutoğlu’nun Erdoğan ile yaşadığı krizler halen nasıl olur da güçlü bir karşı koyuş ile kendisini tamamlamaz? Sorunun temeli basiretsizlik mi yoksa karizmatik lider karşısında herkesin büyülenip, bir türlü hayır diyememeleri mi? Daha öncesinde de AKP’deki bölünme eğilimi mevcutken nasıl olur da Erdoğan karşısında tüm parti içi muhalefet biat pozisyonuna geçer?

Aslında durum basit. Daha öncesinde de ifade ettiğimiz üzere AKP’nin içerisinde bulunduğu batak öylesine derin ki, partinin çöküşü diğer figürlerin yalnızca siyasi hayatını değil, aynı zamanda kendilerinin ve çevrelerinin de hayatlarını yaşamlarının sonuna kadar etkileyecek. Bu sebeple AKP içi muhalefetin yapabileceği en büyük oyun Reis’e fark ettirmeden onun pozisyonunu yumuşatmaya çabalamak oldu. Nihayetinde de bu denemeleri başarısızlıkla sonuçlandı. Şu anda AKP Erdoğan’ın tam komutası altında başkanlık sistemini hedef almış şekilde ilerlemekte.

Hatırlatma: yönetim beceriksizliğinde geçtiğimiz ay

Saray kendi eşrafı dışında çok daha ciddi sorunlarla karşı karşya. Tüm sansürlere rağmen yönetim beceriksizliğinde her ay yeni bir perde açılıyor. Yalnızca son bir ay içerisinde:

  •         Sarayın açık talimatına rağmen akademisyenler ve Dündar Gül davası Erdoğan’ı memnun edecek biçimde sonlanmadı.
  •         Operasyonlar bağlamında tatmin edici bir başarı sağlanamadığı gibi asker kayıplarında bir artış yaşandı.
  •         Kilis’e IŞİD saldırısı karşısında Türkiye’nin atabileceği bir adım kalmazken, doğruluğu bilinmese de IŞİD Türkiye’de yayımladığı propaganda dergisinde S.T. adlı bir Türk askerini Kilis’te esir aldığını söyledi.
  •         Laiklik tartışması kitlelerde bir hoşnutsuzluk ile karşılık buldu. Mizacına uygun olmasa da Erdoğan dahi tartışmayı yumuşatmaya çabaladı. Bu arada Diyanet çalışanları içerisinde yapılan bir ankette Diyanet’in yönetiminden rahatsız olanların oranı %65.3 idi.
  •         Nisan ayında en az 168 işçi iş cinayeti ile öldürüldü.
  •         Liselilerin yüzde ikisinin yakın akrabaları tarafından cinsel saldırıya maruz kaldıkları açığa çıktı. Son dört yılda çocuklara yönelik taciz ve şiddetin %90 arttığı açıklandı!

Fiili başkanlıkla iç çatışmalar çözülür mü?

Erdoğan kurtulmak için hep daha fazlasına ihtiyaç duyuyor. Yalnızca seçilmiş bir cumhurbaşkanı olmanın kendisine her şeyi yaptırabilecek kudreti verdiği propagandasını sürdürüyor ancak Türkiye’nin tarihi AKP ile başlamadığı, rejim içi çatışmaların geç gelişen kapitalizmden burjuva yöneticilere miras kaldığı gerçeği ile de karşı karşıya. Erdoğan’ın kendi ağzından sorunu ortaya koyuşuna bakalım:

“Şu anda yaşadığımız, sistem sorunu. Ülke için bu sorunun aşılması gerekiyor. İlla başkanlık değil, ‘partili cumhurbaşkanı’ sistemi de olabilir. Ben partinin kurucu genel başkanıyım, ancak partiye üye olamıyorum, tüm ilişkim kesildi. Bu doğru değil. Devlet içinde çift başlılık oluyor. Başkomutanlık görevini ben taşıyorum, ama Anayasa’ya göre, Genelkurmay Başkanı aynı zamanda hükümete bağlı. Ben devletin başıyım, MİT hükümete bağlı. Normalde hem başkomutanım, hem devletin başıyım. Devletin organlarının buna göre ilişkilendirilmesi gerekir. Ben olmasam başkası olsa da bu böyle; burada sistematik bir sıkıntı var. Başkanlık bunun için gerekli. Sistem içinde çift başlılık olmaz, bu sistemi tıkıyor, hizmetleri de aksatıyor.”

Sayın cumhurbaşkanı aslında bu dertlerden pek muzdarip değil. Öncelikle başkomutan olması için harbe girilmesi gerekiyor. Sonrasında ise tüm yasal sınırlandırmalara rağmen pekala başbakanı görevden alabiliyor.

Pek çoğumuzun aklında şu soru var: Zaten fiili başkanlık sistemi ile yönetiliyoruz, resmi başkanlığı alırsa ne değişir? Kısaca cevaplayalım: Cumhurbaşkanının halk oyu ile belirlenmesinden kendisine bunca anlam çıkartan Erdoğan’ın bir de yetkilerinin geliştirilmesi ile neler yapabileceğini hayal edebilir miyiz?

İktidarı sürecinde öylesine karanlık işlere bulaşmış kimselerin ayakta kalabilmek için daima daha fazla güce ihtiyacı var. Çünkü iktidar kitlelerden bir türlü rıza üretemiyor. Bunu yapamayınca da süreki bıçağını bilemek dışında bir yanıt geliştiremiyor. Ancak rejim her yerinden hava kaçırmayı sürdürüyor. Ne kadar baskılanırsa baskılasın kitlelerin tam olarak sinmesi engellenemiyor.

Erdoğan’ın tek çözüm reçetesi daha fazlasını kazanmak. Ama daha fazla yetki şu anda ne burjuvazinin endişelerini giderebilir, ne Kürt sorununu çözebilir, ne yeni bir Soma’nın olmasını engelleyebilir ne de yoğun baskılar altında olan hoşnutsuz kitlelerin hiç tahmin edilmedik bir yerden seferberliğe katılmasını engelleyebilir. Aynı zamanda baskı araçlarını güçlendirmeye çalışması diyalektik bir biçimde rejimin başka organlarının da yetkilerinin arttırılmasını ve kendisine bu kez daha ciddi ve eli silahlı kimselerin rakip olması sonucunu da çıkartabilir.

Kısacası Türkiye’de yaşadıklarımıza Erdoğan’ın herhangi bir çözüm üretmesi mümkün görünmüyor. Çürümüş olan yalnızca AKP iktidarı değil Türkiye kapitalizmi. Sorunla çözüm olarak ayakta kalmayı sunan Erdoğan ne kadar güce sahip olursa olsun gerçek sorunlara kalıcı çözümler getirme yeteneğine kapitalizmin sınırlarından ötürü sahip değil. Bırakalım başkanlığı kendisine antik çağların tanrılarının sıfatlarının yakıştırması dahi yetmez. Gerçekten ol dediğini olduracak şekilde tanrıların sıfatlarına hasıl olması fizik ötesi bir forma ulaşması gerekir.

Erdoğan’ın yol haritası

Bu krizler karşısında Erdoğan kendisine tam anlamı ile biat edecek bir AKP’yi hazırlıyor. Olasılıklara bakacak olursak bir Damat Berat kabinesinin ya da Davutoğlu gibi kısa ömürlü bir hükümetin kurulması en yüksek ihtimaller olarak görünüyor.

Hedef ise partili cumhurbaşkanlığı ya da başkanlık sistemine geçilmesi. Bunun için de şimdilik dokunulmazlık yasası ile HDP’nin tasfiye edilmesi ve MHP’nin de iç çatışmaları ile bir kısım milletvekilinin kazanılmasına oynanıyor.

Bu aralıkta ekonomide tehlike çanları çalarken gerçek sorunlar imkansız burjuva çözümlerden daha da uzaklaşıyor.

2.Bizim saflarımız

Yönetenler kendi dünyalarında dahi huzurlu bir ortamda değiller. Bizler ise kiralık işçi yasasının çıkışıyla birlikte yeni ve yoğun saldırıların olduğu bir döneme girmiş bulunuyoruz. Bu süreçte kendi saflarımızı daha iyi değerlendirmek için işçi sınıfının gücünün en iyi yansıması olan günü, 1 Mayıs’ı kendimize kerteriz belirleyebiliriz.

Kısa 1 Mayıs değerlendirmesi

Türkiye’de yasaklar ve baskılar tarihi olan 1 Mayıs’a bu yıl yine aynı gelenek damgasını vurdu. Üstelik patlayan bombalar, yoğun polis şiddeti gibi etmenlerle 1 Mayıs her zamankinden de zor bir gündü. Her şeye rağmen İstanbul’da on binlerin tüm Türkiye’de ise iki yüz bin kadar işçinin katıldığı bir 1 Mayıs yaşadık.

Baskı ve yıldırma politikaları dahi ülke genelinde yüz binlerin sokakları doldurmasına engel olamadı. Topyekün bir geri çekilme ile karşı karşıya değiliz hatta ileri atılmak için işçilerin içerisinde yeterince hoşnutsuzluk mevcut.

Temel sorun kapitalizm ise, işçi sınıfı da bunun gerçekçi çözümünü yaratabilecek tek odaktır. Bu bağlamda 1 Mayıs günü yalnızca rakamları ile dahi bizlere gerçekçi bir çözüm için somut bir dayanak sunuyor.

1 Mayıs sürecindeki en büyük zayıflığımız 1 Mayıs’a işçi sınıfının direniş halindeki mevzilerini yeterince katamamamız ve birleşik bir 1 Mayıs gerçekleştirememiz oldu. Önümüzdeki süreçte birleşik mücadeleyi ne kadar kurabilir, mücadele halindeki sınıfın mevzilerini ne kadar ileri taşıyabilirsek gerçekçi bir çözümü yaratmak o kadar mümkün olacak.

Geleceği örgütlü olan belirler

1 Mayıs ile tüm olumsuz koşullara rağmen gücümüzü gördük. Varız!

Kürt şehirlerine baskının, emeğe yönelik görülmemiş saldırıların, baskıcı iç ve maceracı dış politikaların sonlanabilmesi için örgütlülüğümüzü yükseltmeli ve her mücadele alanında birleşmeliyiz!

İşçi düşmanlarının önünde çözümsüz sorunlar dururken gerçeklikte sonucu örgütlü olan taraf belirleyecek.

Yorumlar kapalıdır.